Getty ImagesAlmanya’nın yeni liderinin Merkel’in AB içinde edindiği tecrübe ve ağırlığa sahip olması güç görülüyorAngela Merkel’e yakıştırılan …
Angela Merkel’e yakıştırılan lakaplardan biri de “Avrupa’nın Kraliçesi“. Ama 26 Eylül’de yapılacak seçimlerden sonra politikaya veda edecek olan Almanya Başbakanı sadece parlak zaferleri ve başarılarıyla anılmayacak.
Doğru, Angela Merkel şu an Avrupa Birliği (AB) liderleri içerisinde en uzun iktidarda kalan politikacı. Tahminen 100 kez liderler zirvesine katıldı ve sıkça da “Odadaki tek yetişkin” diye anıldı.
Ve AB’ye göçmen krizi, euro krizi, Covid-19 krizi ve bir ölçüde İngiltere’nin ayrılış süreci olan Brexit krizini aşmakta liderlik ettiği de bir gerçek.
Ama buna “İki Merkel’in Hikayesi” diyebiliriz.
Merkel’in Avrupa siyasetine bıraktığı miras da tıpkı iç siyasetteki sicili gibi artılarının yanında eksileriyle de hatırlanacak.
Almanya siyasetinde Merkel, 16 yıllık liderliği döneminde bir “Krisenmanagerin” yani kriz yöneticisi olmakla, harekete geçmek için genellikle son dakikaya kadar beklemekle, ayrıca vizyon sahibi bir lider olmamakla eleştiriliyor. Aynı şeyler Avrupa siyasetinde oynadığı rol için de söylenebilir.
Ve bunların izi Merkel siyaseti bıraktıktan uzun yıllar sonra bile hissedilecek.
‘PRAGMATİK’ AMA ‘VİZYONSUZ’
“Pragmatik” Merkel, AB’nin çok sayıda var oluş krizini aşmasına yardımcı olmuş olabilir.
Fakat uzun bir dönem AB’nin en zengin ve en etkili üyesinin lideri pozisyonunda olan “vizyonsuz” Merkel’in bazı konularda daha kararlı olmadığı için bloku olabileceğinden daha zayıf ve liderliksiz bıraktığı da söylenebilir.
Mesela 2015’teki Euro Bölgesi krizini ele alalım. Yunanistan’ın, -kısa süre görevde kalmış da olsa- o dönemdeki ateşli Maliye Bakanı Yanis Varoufakis bile Angela Merkel’in, içinde bulunduğu mali sıkıntılara rağmen, ülkesini ortak para sistemi içinde tutmakla euro’yu kurtardığını itiraf ediyor.
Merkel’in mirasını konuştuğum Varoufakis, “Doğru, sonuçta Euro Bölgesi’nin bir arada kalabilmesi onun sayesinde oldu çünkü eğer Yunanistan bu sistemin dışına çıksaydı, bu mümkün olmayacaktı” dedi ve ekledi:
“Fakat izlediği politikalarla ilgili çok ciddi bazı itirazlarım var. Hiçbir zaman Euro Bölgesi konusunda bir vizyonu olmadı. Euro Bölgesi’ni kurtardığında onunla ne yapacağı konusunda da hiçbir vizyonu yoktu ve bölgeyi kurtarırken izlediği yöntem çok bölücü oldu. Hem Almanya’da hem Yunanistan’da.”
Varoufakis tek başına olmasa bile büyük ölçüde Almanya’nın zoruyla Yunanistan’a uygulanan büyük kemer sıkma önlemlerini hatırlattı.
Almanya ve AB karşıtı tepkilerin sokaklara taştığı o 2015 yılında ben de Atina sokaklarından haber yapıyordum. Göstericiler, üzerine Hitler bıyığı çizilmiş Angela Merkel dövizleri taşıyor bazıları da AB bayrakları yakıyordu.
İspanya ve İtalya da çoğu vergi mükellefinin aşırı ve adaletsiz bulduğu kemer sıkma önlemlerine zorlandı ve bunun sorumlusunun Angela Merkel olduğunu düşündüler.
Sonuçta İtalya tutkulu bir AByanlısı ülke iken, birliğe karşı ciddi kuşkular besleyen bir ülkeye dönüştü.
‘ÖNCE ALMANYA’ MI?
Konuştuğum öfkeli İtalyan seçmenler bana Euro Bölgesi kurallarının Almanya’nın çıkarları doğrultusunda, onun karlı ihracat sektörüne yarayacak şekilde düzenlendiğinden emin olduklarını söylediler. Eğer Almanya gibi daha zengin ve güçlü ülkeler daha zayıf ve sıkıntıda olan üyelere yardım etmeyecekse AB içinde bulunmanın anlamını sorguladılar. Yardıma ihtiyaçları olduğunda Alman vergi mükellefinin nerede olduğunu sordular.
İşte bunlar Angela Merkel’e yönelik bir diğer eleştirinin de zeminini oluşturuyor: Son tahlilde AB’de “Önce Almanya” doktrinine sahip olduğu eleştirisi.
“Hiç şaşırtıcı değil” diyebilirsiniz. Her şeyden önce her seçilmiş lider muhtemelen kendi ulusunun çıkarlarını önceleyecektir denebilir.
Fakat buna ilaveten Almanya’ya has bir durum olarak -Nazi geçmişinden dolayı- Almanlar ve liderlerinin genellikle uluslararası düzeyde öne çıkma ve liderlik rolü üstlenme konusunda epey çekingen olduklarını da göz önüne almak gerekiyor.
‘AVRUPA’NIN KRALİÇESİ’ LAKABINI HAK EDİYOR MU?
Merkel, Euro Bölgesi’ni kurtarmak için müdahale etti ama aynı zamanda AB içindeki kuzey-güney ayrılığının derinleşmesine de yol açtı. Bu ayrılık gerek göçmen krizi gerekse de Covid salgınının başlarında da hissedildi. Güney Avrupa kendisini bu krizlerin en ağır yüküyle baş etme konusunda yalnız bırakılmış hissetti.
Ama bu uzun sürmedi. Adım atmakta çok geç kalma eğiliminde olsa bile yine büyük ölçüde Angela Merkel sayesinde.
İşte bu yüzden AB konusundaki mirasının sadece artı veya eksi olarak görülemeyeceğini düşünüyorum.
Covid-19 krizi, euro krizinden farklı olarak Merkel’i, Almanya gibi daha zengin ülkelerin salgının ekonomik olarak çok daha fazla etkilediği AB’nin daha yoksul ülkelerinin borçlarını omuzlamaları gerektiğine ikna etti.
Bunu yapmakla AB içinde çarpıcı da bir emsal oluşturmuş oldu. Bir Almanya Başbakanı açısından özellikle de ülke içinden gelen geleneksel denk bütçe baskıları göz önüne alındığında çok radikal bir adımdı bu.
Fransa Ekonomi Bakanı Bruno Le Maire, Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un ortak önerisi olan AB Covid Yardım Fonu planının mimarı.
Görüştüğümüzde Le Mair bana, bu planın Merkel’in cesareti sayesinde AB’de bir çığır açtığını söyledi:
“(Merkel) Almanya’daki mevcut düşünme biçimine aykırı ve Avrupa kıtasının daha sıkı ve etkili bütünleşmesinden yana kararlar alabileceğini gösterdi.”
Le Maire, Başbakan Merkel’in, bu plana onay vermezse Avrupa’nın geleceğinin tehlikede olduğunu gördüğünü söylüyor.
Ama başka bir görüş de Angela Merkel’in aslında bu konuda da esasen ve öncelikle Almanya’nın çıkarlarına uygun adım attığı yönünde. Merkel muhtemelen İtalya, İspanya, Fransa ve diğerleri pandemi yüzünden ekonomik sıkıntıya girerse AB ortak pazarının çökebileceğinin gayet iyi farkındaydı.
MÜLTECİ KRİZİNDE DRAMATİK ADIMLAR
Ortak Avrupa pazarı Alman iş dünyası için hayati gelir kaynağı. Dolayısıyla kriz yöneticisi Angela Merkel kolları sıvayıp dramatik ve pragmatik adımlar attı. Attığı adımla Almanya ve ötesinde manşetlere hakim oldu ve tarih yazdı.
Yine de AB mülteci-göçmen krizine bulduğu çözümün yarattığı yankıya ulaşamadı.
2015 yılı yazının sonlarına doğru Angela Merkel bir milyonu aşkın mülteci ve mülteci adayına Almanya’nın sınırlarını açtığında bütün dünya ondan bahsediyordu. Kimi alkışlayarak, kimi dalga geçerek de olsa.
Ülke içinde kimileri ülkelerinin Wilkommenkultur diye anılan geleneksel misafirperverliğiyle övünüyor, göç akınına öfkeyle tepki gösteren kimileri de aşırı sağcı AfD hareketinin saflarına katılıyordu. AfD, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Almanya’da federal parlamentoya girebilen ilk aşırı sağcı parti oldu.
Mülteciler konusunda aldığı kararın AB üzerindeki etkisi de çok büyük ve farklı yönlerdeydi.
AB 2012 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüştü ama bundan üç yıl sonra 2015’te üye ülkeler çoğu Suriye’den kaçan mültecilere kapılarını ve sınırlarını kapatıyorlardı.
Almanya liderinin attığı adım AB’nin, temel prensiplerinin ikinci maddesinde düzenlenen insan haklarının önde gelen bir savunucusu olma ününü korumasına yardımcı olmuştu.
‘OBAMA’YA İLHAM VERDİ’
O yıl dönemin ABD Başkanı Barack Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışman Yardımcısı ve sağ kolu olan Ben Rhodes, Merkel’in adımının ABD Başkanı’na ilham verdiğini söylüyor.
“Obama’nın başkan olduğu o dönemde, dünyada, doğru olduğuna inandığı şeyi, siyasi olarak kendisine zarar vereceğini bile bile yapacak çok çok az lider vardı.
“Merkel bütün mültecileri alma kararını verdiğinde bunun siyasi bir bedeli olacağı çok belliydi ve Obama bundan ve Merkel’in bunu savunma biçiminden inanılmaz derecede etkilendi.”
Ben Rhodes’a göre Barack Obama, bilhassa da ABD’de Başkanlık Seçimlerini Donald Trump’un kazanması ve İngiltere’nin AB’den ayrılışından sonra Merkel’i Avrupa’yı daha kuvvetle savunmaya teşvik etti. Rhodes Merkel’in isteksiz olmasına rağmen Obama’nın onu dördüncü kez seçime girmeye ikna ettiğini de düşünüyor.
Yine Ben Rhodes’a göre, 2016 yılının sonlarında Obama artık Angela Merkel ve Almanya’nın “liberal demokratik düzenin ağırlık merkezi” olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Angela Merkel’in artan itibarı Brüksel’e da yarıyordu.
Diğer yandan Merkel’in niçin AB liderlerini 2015 mülteci krizine önceden hazırlanmaya zorlamadığını sorabilirsiniz. “Suriye ve Libya’da yaşananlardan sonra mülteci akını bir sürpriz değildi. Merkel gücünü ve etkisini düzenli göç kanalları oluşturmak için kullanabilirdi” diyenler var.
Oysa çaresizlik içindeki göçmenler ve mülteciler, yasa dışı yollardan Avrupa’ya erişmeye çalışırken denizlerde yaşamlarını kaybediyor ve AB ülkeleri onları içeri almamak için aldığı önlemlerle gurur duyulamayacak bir görüntü veriyordu.
Ayrıca Almanya Başbakanı, daha sonra mülteciler konusunda AB adına Türkiye’nin otoriter lideri Recep Tayyip Erdoğan ile varılan tartışmalı anlaşma nedeniyle Uluslararası Af Örgütü (Amnesty International) ve mülteci gruplarının sert eleştirilerine hedef oldu. Anlaşmaya göre Türkiye sadece mültecilerin sınırdan kaçakçıların botlarıyla Avrupa’ya gelmelerini engellemekle kalmayacak, Yunanistan kıyılarına ayak basmayı başaranları da geri almaya başlayacaktı.
MACARİSTAN VE LGBTQ+ KONUSUNDA TAVIR
Konu AB’nin sözde insan hakları muhafızı Angela Merkel olunca bunun gibi bir çok “Evet, ama” ile başlayan örnek verilebilir.
Evet, bu yaz Merkel ve 16 AB lideri, üye ülkelerden Macaristan’da kabul edilen tartışmalı yeni bir yasal düzenlemenin yarattığı tartışmalar sürerken LGBTQ+ toplumunun haklarını savunan bir ortak mektuba imza attılar. Fakat Angela Merkel birçokları tarafından Macaristan’da demokrasinin yıllardır geriye gitmesinin yolunu açan kişi olarak görülüyor.
Macaristan’ın nevi şahsına münhasır “liberalizm karşıtı” Başbakanı Viktor Orban yakın zamana kadar AB siyasi yapılanması-yelpazesi içinde Merkel’in merkez-sağ Avrupa Halk Partisi grubunun içinde yer alıyor ve Avrupa Parlamentosu’nda bu grubun daha fazla sandalye, dolayısıyla daha fazla söz sahibi olmasına katkıda bulunuyordu. Ona ters düşmek sorun yaratacaktı ve Merkel defalarca Orban’la ilgili kararlı adım atmaktan kaçındı.
Almanya sanayi sektörünün hayati çıkar bağlarıyla bağlı olduğu Macaristan ve müttefiki Polonya şunu öğrendiler: Merkel ve bir bütün olarak AB, insan hakları ve hukukun üstünlüğü konusundaki ihlaller hakkında hızlı adım atmaya kısmen isteksizdi ve kısmen de bunu beceremiyordu.
İspanya’nın eski dışişleri bakanlarından ve Dünya Bankası Grubu’nun eski başkan yardımcısı Ana Palacio yakınlarda Almanya’yı, otoriterleşen üyelerini hizaya getirme konusundaki “stratejisizlikin” fiilen başını çekmekle suçladı. Palacio’ya göre Almanya eğer AB’nin kurucu ilkelerinden insan hakları ve hukukun üstünlüğünü korumak isteseydi, bu prensipler korunurdu.
ÖNCE EKONOMİ Mİ?
Palacio ayrıca AB dış politikasını da eleştirdi ve AB’nin Türkiye ile ilişkilerinden Çin ile Kapsamlı Yatırım Anlaşması yapılmasına kadar bir çok “şaibeli” karar ve ilkesizlikte Angela Merkel’in de büyük günahı olduğunu savundu. Çin ile Almanya’nın altı aylık AB dönem başkanlığı döneminde imzalanan anlaşma Washington’da o sırada yönetimi devralmaya hazırlanan Biden yönetimini de dehşete düşürmüştü.
Çin 2020 yılında Almanya’nın en büyük dış ticaret partneriydi.
Angela Merkel sık sık Almanya’nın ticari çıkarlarının, dış politikasını da biçimlendirdiği dolayısıyla AB’yi de etkilediği söylenerek eleştirildi.
Örneğin Rusya ile ilişkilerine bakalım. Rusya ile Almanya arasında daha ucuz enerji akışı sağlamaya yönelik Kuzey Akımı 2 boru hattının inşa edilmesi kararı nedeniyle AB’nin Moskova’ya karşı ortak strateji ve dış politika geliştirmesini baltaladığı, aynı zamanda Vladimir Putin’in eline, zayıflaması işine gelen AB bloku karşısında daha fazla koz verdiği söylendi.
Orta ve Doğu Avrupa’da birçok ülke boru hattına karşı çıktı. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelensky yakında Kuzey Akımı 2’yi “tehlikeli bir jeo-politik silah” diye tanımladı.
Angela Merkel is, bu eleştirilere cevaben Moskova boru hattını kötüye kullanırsa AB’nin daha fazla yaptırım uygulayabileceğini söyleyerek yanıt verdi.
Ama aynı zamanda Ukrayna konusunda Rusya’ya sıkı yaptırımlar uygulanmasının ateşli bir savunucusuydu. Sonra önde gelen muhalif Rus politikacı (Aleksey Navalni) 2020 Ağustos’unda zehirlendiğinde onu Berlin’de bir hastaneye taşıtmış ve kendisine beklenmedik bir ziyaret yaparak son derece sıradışı bir jestte bulunmuştu.
Bir kez daha “Evet”ler ve “Ama”lar…
HELMUT KOHL-ANGELA MERKEL FARKI
Bu yazının amacı AB’nin hatalarının faturasını Angela Merkel’e yazmak değil elbette.
Fakat AB mirası söz konusu olduğunda, eski Almanya Başbakanı ve Merkel’in yol göstericisi Helmut Kohl’u hatırlamakta yarar var.
Kohl Brüksel’de genel olarak çağdaş AB’nin kurucu önderi sayılıyor. Almanya’da o zamanlar kamuoyunun büyük çoğunluğunun karşı olduğu euroyu desteklemişti. Bunu yaparken ekonomik değil politik saiklerle hareket etmişti. Helmut Kohl, ortak bir para biriminin Avrupalı komşular arasında yeni savaşlar çıkmasını engelleyebileceğine inanıyordu.
Kohl aynı zamanda faturasının Batı Almanyalı vergi mükellefine çıkacağını bile bile Almanya’nın birleşmesini savunmuş, o sırada üyelikleri ihtimali çok uzak olsa bile Doğu ve Orta Avrupa’yı AB’ye biraz daha yaklaştırmıştı.
Angela Merkel’in Avrupa tacı Kohl ile kıyaslandığında o kadar parlak görünmüyor. “Krizlerle dolu bir dönemde görev yapmış önemli bir Avrupa lideri, birliği zar zor da olsa bir arada tutan tutkal” mı desek doğru bir tanım olur mu?
Evet.
“AB’nin yeni geleceğinin kendine güvenli mimarı” diyebilir miyiz? Muhtemelen, Hayır.
MACRON’UN RÜYASI: AVRUPA’NIN KRALI OLMAK
Bu ünvanın talibi hala Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron.
Bundan dört yıl önce Paris’te Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki zaferini ilan ettiğinde AB’nin marşı olan Beethoven’in 9. senfonisinin çalışmasını istemişti. Bay Avrupa lakabıyla anılan Macron’un AB için, ABD’den stratejik özerklik – ya da en azından ona daha az bağımlı olmayı – içeren iddialı bir reform planı da vardı. Ama bunun için Merkel’in desteğine ihtiyacı vardı.
Kimilerinin Avrupa’nın lokomotifi adını verdiği Fransız-Alman işbirliğini canlandırmak, Alman vergi mükellefinin paralarını 21. yüzyılın bu yeni AB vizyonunu gerçek kılmaya yatırılmasını sağlayabilmek için Merkel’in Macron’a destek vermesi gerekiyordu. Bu ise Angela Merkel’in çok iyi bildiği gibi Almanya’da en popüler plan sayılmaz.
Merkel’in Covid yardım fonunun oluşturulmasına kadar Almanya vergi mükellefinin parasını kullanma konusundaki girişimleri defaatle püskürtmesi ve kullandığı oyalama taktikleri ona alttan alta “Nein diyen Şansölye” ünvanını kazandırmıştı.
Berlin’de, Fransa yönetimlerinden “Av tüfeği” lakabıyla bahsedildiğini duymuştum. Fransa’nın Avrupa konusunda, AB’nin kendi ordusunu oluşturmasından tutun çevre ve para birimi konusundaki öneriilere kadar sürekli ve çok sayıda farklı fikirle ortaya çıkmasını av tüfeğinin saçmalarına benzettikleri anlaşılıyor.
Bu ayın sonundaki seçimlerde Almanya’nın yeni başbakanı kim olursa olsun bu kişinin Brüksel’de Angela Merkel’in yıllarca biriktirdiği deneyim ve ağırlığa sahip olması mümkün değil.
Emmanuel Macron, bunu, AB masasında Merkel’den boşalan yeri doldurma fırsatı olarak görüyor.
Bunu yapabilirse birlik büyük bazı değişiklikler geçirebilir. Fransa’da Elysee Sarayı’ndaki İmparator diye anılan Macron Avrupa’nın Kralı olmaya çok istekli.
Ama önce Fransa’da Nisan ve Mayıs aylarında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması gerekiyor ki, bu da hafife alınmaması gereken bir engel.