Yönetmenliğini “Kingsman” serisinin yaratıcısı (ve ilk iki filmin de yönetmeni) Matthew Vaughn’un üstlendiği; Ralph Fiennes, Harris Dickinson …
Yönetmenliğini “Kingsman” serisinin yaratıcısı (ve ilk iki filmin de yönetmeni) Matthew Vaughn’un üstlendiği; Ralph Fiennes, Harris Dickinson, Gemma Arterton, Rhys Ifans gibi isimlerin rol aldığı “The King’s Man” izleyiciyi 20. yüzyılın başlarına götürüyor ve Kingsman adlı gizli örgütün nasıl doğduğuna dair bir başlangıç hikâyesi anlatıyor. Oxford Dükü Orlando Oxford’un (Ralph Fiennes) karısının 1902’de Güney Afrika’da bir saldırı sonucu öldürülmesiyle açılan film 12 yıl sonrasına atlıyor ve bu sefer de sonradan 1. Dünya Savaşı olarak adlandırılacak büyük kâbusun nasıl başladığına dair bir spekülasyonla devam ediyor. Spekülasyon diyorum zira abuk bir komplo teorisini gündeme getiren film, sözde çok gizli kötücül bir organizasyonun dünyanın en güçlü ülkelerinin yöneticilerini nasıl etkisi altına alarak Avrupa’yı savaş batağına sürüklediğini öne sürüyor. Tabii ki bu bölümler yoğun bir mizahla anlatıldığı için ciddiye bile alınmaktan uzak ama son perdeye kadar kimliği açıklanmayan ve diğerlerinin kendisine “Çobanım” diye hitap ettiği şeytani liderin, örneğin kendisiyle ittifak içindeki Lenin’i “Hadi başlat artık şu devrimi” minvalinde sözlerle kontrol ettiği düşünülürse komiklik için bile tarihi böylesine kaba biçimde tahrif eden Vaughn’un bir zamanlar “zekice” olarak tarif edilen mizah duygusunun ne denli köreldiğini gösteriyor açıkçası.
İKİ FARKLI HİKÂYE
İşin ilginç yanı “The King’s Man”in içinde iki farklı hikâye var ve biri ne denli “komik”, aksiyon anlamında fazlasıyla abartılı ve cilalıysa, diğeri de neredeyse o denli acıklı ve gerçekçi. Savaşın kaçınılmaz olduğu anlaşılınca 19 yaşındaki oğlunun cepheye gitmemesi için her şeyi yapan Oxford’un trajik hikâyesini öne çıkaran bu ikinci hikâyede uzun bir cephe sahnesi var ki sanki bambaşka bir film izliyoruz. Doğrusu filmin bu bölümü diğerine nazaran çok daha başarılı. Elbette 1. Dünya Savaşı’nın korkunçluğunu anlatan çok daha iyi filmler izledik geçmişte ve tabii ki onlarla karşılaştırıldığında buradaki hikâye çok sıradan kalıyor ama en azından bir türlü ölmek bilmeyen Rasputin’in (Rhys Ifans) Rus dansları yaparak kılıç şakırdattığı bölüm dışında akılda kalan pek bir sahnesi olmayan filmde azımsanmayacak bir etki bırakıyor. Bu kadarı yeter mi derseniz, orası bir hayli tartışmalı elbette.