İlk gösterimini Cannes Film Festivali’nde yapan “Fransız Postası” (The French Dispatch) için Wes Anderson üç farklı fikirden hareket ettiğini söylüyor bir söyleşisinde. Bunlardan ilki bir ‘antaloji filmi’ çekme arzusu, yani içinde biribirinden bağımsız birden fazla hikayenin yer aldığı, ama belli bir tema etrafında dönendiği için de kimilerinin ‘portmanto film’ diye de tabir ettiği bir film… Bir diğer arzusu da içinde Fransız oyuncuların yer aldığı bir Fransız filmi çekmek ve son olarak da bir The New Yorker (dünyanın en önemli dergilerinden) filmi çekmek. “Bu üçünü aynı filmde buluşturabilir miyim diye sordum kendime ve neden olmasın dedim, işte “Fransız Postası” böyle çıktı ortaya” diyor.
GERÇEK YAZARLARDAN İLHAMLA…
Paris’i andıran (bir sahnede arkada Notre Dame Katedrali’ni bile görüyoruz, o denli andıran) ama adı Ennui sur Blasé olan küçük bir kentte geçen film Amerikalı bir girişimcinin 1925 yılında kurduğu “The French Dispatch” adlı bir derginin sayfalarında dolaştırıyor okuru, pardon izleyiciyi… Üç ana hikaye ile bir ölüm ilanı ve bir de gezi bölümü içeren filmde Wes Anderson’ın fetiş oyuncularından Bill Murray derginin kurucusu ve yazı işleri müdürü Arthur Howitzer Jr. rolünde çıkıyor karşımıza. Dergide yer alan makalelerin yazarları da aslında kimi gerçek yazarlardan ilhamla oluşturulmuş karakterler. Örneğin son hikayedeki siyahi ve eşcinsel yazar Roebuck Wright (Jeffrey Wright canlandırıyor bu karakteri) açıkça James Baldwin’den izler taşıyor. İkinci hikayede Frances McDormand’ın oynadığı Lucinda Krementz ise yine tıpkı hikayedeki yazar gibi 68 Paris olayları sırasında yazdığı yazılarla (günlükler hatta) tanınan Mavis Galant’ın bir yansıması adeta. Derginin kurucusu ve editörü Arthur Howitzer Jr. ise The New Yorker’ın efsanevi editörü Harold Ross’a gönderme yapan bir karakter. Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkün ama geri kalanını da biraz araştırma yapıp bulmak size kalmış artık.
“Fransız Postası” Wes Anderson sinemasının hemen tüm karateristik özelliklerini taşısa da (titizlikle uğraşılmış detaylar, çerçevelerinden kamera açılarına dek görsel anlatıma özgü imza niteliğindeki unsurlar, çoğunluğu yönetmenin üslubuna alışık isimlerden oluşan bir oyuncu kadrosu vb.) kimi yenilikler de yok değil. Örneğin ilk kez bir Anderson filminde siyah beyaz çekilen bölümler bu kadar fazla (hatta belki film renkliden çok siyah beyaz). Üçüncü hikayedeki araba takip ve çatışma sahnesi ise tamamen çizgi film formunda anlatılmış. Anderson daha önce stop-motion tekniğini kullandığı animasyonlara imza atmıştı ama böylesi bir çizgi film estetiğini hiç kullanmamıştı. Bunda biraz da filmin çekimlerinin yapıldığı Angouleme bölgesinin de etkisi var şüphesiz. Bilenler bilir, Angouleme kenti Fransa’nın çizgi roman başkenti olarak anılır.
FRANSIZ SİNEMASINDAN İZLER
Aslına bakarsanız filmde başka saygı duruşları ya da göndermeler de var. Örneğin 68 olaylarına atıf yapan ikinci hikayede Godard ve Truffaut gibi yönetmenlerin başını çektiği Fransız Yeni Dalgası’nın izleri buram buram hissediliyor. Yine aynı hikayedeki motorsiklet sahnesinin “Mauvais Sang” (Kötü Kan) filminden ilham almadığını kim söyleyebilir? Kimi anlarda akla Jeunet’nin dış ses anlatımlarıyla ilerleyen hızlı kurgulanmış renkli sahneleri de gelecek muhakkak, ya da Jacques Tati’nin sözsüz ama mükemmel koreografileri… Hepsi de Wes Anderson’ın Fransız sinemasına yazdığı aşk mektubunun satırları elbette.
ESKİ VE YENİ OYUNCULAR
İçinde Fransız oyuncuların yer aldığı bir Fransız filmi çekmek isteyen Wes Anderson oyuncu kadrosuna Lea Seydoux, Cecile de France, Mathieu Amalric, Denis Menochet (ve hatta Cezayirli aktris Lyna Khoudri) gibi isimleri de dahil etmiş. Jason Schwartzman, Owen Wilson, Adrien Brody, Tilda Swinton, Bob Balaban gibi sabık Anderson oyuncularının yanı sıra ilk kez onunla çalışan Benicio del Toro, Frances McDormand, Timothée Chalamet, Elizabeth Moss, Jeffrey Wright gibi oyuncuların da katılımıyla bir kez daha Şampiyonlar Ligi misali bir kadro kuran Anderson muhtemeldir ki bir dergi formunda anlatmayı tercih ettiği için filmin senaryosunu her zamankinden daha “edebi” bir üslupla kaleme almış (Roman Coppola, Hugo Guinnes ve Jason Schwartzman’ın da katkılarıyla). Tıpkı The New Yorker’da olduğu gibi çizimlerin ön plana çıktığı dergi kapalarının da bol miktarda göründüğü filmde ben özellikle akıl hastalığından muzdarip ve bir cinnet anında işlediği kanlı cinayetler yüzünden hapsedilmiş ressam Moses Rosenthaler’in (Benicio Del Toro) monografisinin anlatıldığı ilk hikayeyi sevdim en çok ama “Fransız Postası” entelektüel düzeyi bir hayli yüksek tüm hikayeleri ve titizlikle oluşturulmuş zengin detaylarıyla (ev sinemasına düştüğü anda uzun uzun incelenecek sahneler var filmde) her zaman karşınıza çıkmayacak bir sinema deneyimi vaat ediyor; kayıtsız kalmayın derim.
FİLMİN NOTU: 8/10
İzmit'de Erkeklerin Aradığı Kadınlar Son Dakika Genel olarak erkeklerin diğer deyişle, Hepimizin hayatı kendine göre…
Galatasaray'ın deplasmanda Barcelona'yla 0-0 berabere kaldığı maçta ilginç bir istatistik ortaya çıktı.Kalesini gole kapatan Galatasaray,…
UEFA Avrupa Ligi son 16 turunda deplasmanda Barcelona ile karşılaşan Galatasaray, müsabakayı 0-0 berabere tamamlayarak…
Türkiye Varlık Fonu ile LYY Telekomünikasyon AŞ arasında Türk Telekom'un toplam sermayesinin yüzde 55’ini temsil…
UN Women ve UN Global Compact ortak inisiyatifi olan Kadının Güçlenmesi Prensipleri (WEPs) imzacısı olan…
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, katıldığı CNN International canlı yayınında Türkiye'nin Rusya ve Ukrayna arasındaki arabuluculuk…
Gezinme deneyiminizi iyileştirmek için çerezleri kullanıyoruz.