İklim krizi, doğadan kopuşun, insanın kendine yabancılaşmasının bir sonucu. Bu ilk büyük yapay afetle başa çıkmanın yoluysa çok açık: Yeniden …
İklim krizi, doğadan kopuşun, insanın kendine yabancılaşmasının bir sonucu. Bu ilk büyük yapay afetle başa çıkmanın yoluysa çok açık: Yeniden birbirimize sarılmak.
Tunç Soyer’in köşe yazısı:
YAPAY AFET
Hani hoşunuza gitmeyen bir mesele vardır. Onunla yüzleşmemek için önce inkâr edersiniz. Ne var ki hayat size meselenin büyüklüğünü hatırlatmaya devam eder. Çaresiz, kaçamayacağınızı anlar, kabullenirsiniz.
Ardından o meseleyi asla çözemeyeceğiniz endişesiyle paniğe kapılırsınız. Sonra şöyle bir durup soluklanırsınız. Doğrularla yüzleşirsiniz. Gücünüzü toplar ve meselenin özünü kavrarsınız. Korkunun oturduğu koltuğa, cesaret geçer. Bu en hassas anı, idrak anını takiben zihin dünyanız yeniden şekillenir. Böylelikle daha önce hiç düşünmediğiniz çözümleri öngörmeye başlarsınız.
Yeteri kadar kararlı, heyecanlı ve sabırlıysanız o çözümleri bir bir hayata geçirirsiniz. Bunu yaparken, tekrar ettikçe tek kişilik bir zindan imar eden alışkanlıklar yerine dayanışma, yardım alma ve yeni fikirler size daha çok haz vermeye başlar.
Bir zamanlar sizi endişelendiren bu mesele, artık varoluş nedenlerinizden biri ve hatta çözdükçe yaşama sevincinizi büyüten bir gayeye dönüşür.
Elbette hikâyemiz her zaman böyle seyretmeyebilir. Korkunun koltuğuna cesaret geçemez yani o idrak anı hiçbir zaman gerçekleşmezse parçalanma, hastalık ve yıkım başlar.
İKLİM KRİZİ
Doğa ve -aslında onun bir parçası olan- insanlık arasındaki ilişki, hepimizin içine düşme ihtimali olan bu döngüye çok benziyor. Bu döngünün neresinde olduğumuza dair fikrimi merak ediyorsanız… Tam ortasında.
İnsanın kendini doğadan kopardığı tarihsel sürecin sonucunda “iklim krizi” diye yeni bir terim icat etmiş olması, bu sürecin ortasında olduğumuzun ispatı niteliğinde.
İklim krizi vardır yoktur tartışmasını yaşayarak kaybettiğimiz yirmi yılın ardından, türümüz meseleyle nihayet yüzleşti. İklimdeki insan kaynaklı değişimi, bir kriz olarak tarif etti. Bugün artık iklim krizi, hepimizin gözle gördüğü, elle tuttuğu ve dahası bedelini ödediği bir gerçek. İnsan eliyle oluşturulan, gezegenimizin gördüğü en büyük “yapay” afet.
Ne var ki bence en hassas eşiği henüz aşmış değiliz. Bu yüzleşmenin ardından alışkanlıklarımızın sadece rengini ve şeklini değiştirerek meselenin çevresinde mi dolanacağız yoksa özüne inerek korkularımız yerine cesaretli yanımıza mı yol vereceğiz. Henüz bilmiyoruz.
Fakat şunu çok iyi biliyorum. Bir sabah uyandığımızda gazetelerde “iklim kriziyle mücadele tamamlandı” gibi bir başlığı asla görmeyeceğiz. Çünkü karşımızdaki mesele tekil bir olgu değil, insan türünün yeniden doğayla uyumlu bir kültür tarif etme sınavı. Demek istediğim, iklim krizi tartıştığımız sorunun özü değil, sadece bir sonucu. Meselenin özüyse insanın doğayla nasıl bir ilişki kurduğu. Türcü, tahakkümcü ve hammaddeci bir ilişki mi, yoksa ekoloji ve ekonominin ayrılmaz beraberliği mi?
DÖNGÜSEL KÜLTÜR
Eylül ayının başında İzmir’de gerçekleşen Dünya Belediyeler Birliği Kültür Zirvesi’nde dünyanın bu çok ihtiyaç duyduğu kültürel dönüşüm, yeni bir kavram olarak tarif edildi: döngüsel kültür. Bu kavram, iklim krizi ve tüm adaletsizlikleri çözümlemek için dört farklı süreci kapsıyor: doğayla, birbirimizle, geçmişimizle ve değişimle uyum.
İklim krizi gibi evrensel bir meselenin ele alınmasında teknolojik çözümler kadar, belki de daha fazla, adına “döngüsel kültür” dediğimiz çok katmanlı bir değerler manzumesine ihtiyaç var. Bu kavram sadece sanatın değil bilimin, siyasetin ve ekonominin de bir kültürel temele ihtiyaç duyduğuna işaret ediyor. Çünkü…
Kültürsüz bilim olmaz. Olursa atom bombası olur.
Kültürsüz siyaset olmaz. Olursa yolsuzluk olur, darbeler olur.
Kültürsüz ekonomi olmaz. Olursa yoksulluk olur, iklim krizi olur.
KURDA, KUŞA, AŞA
İlk bakışta çok soyut gibi görünen bu ifadelerim aslında Türkiye’de birçok somut uygulamaya sahip. Bir kısmı kadimden gelen, unutulmaya yüz tutmuş bu uygulamalar bugün dünyanın fazlasıyla ihtiyaç duyduğu bir başka kültürel kökten besleniyor.
Örneğin Anadolu insanının tohum ekerken kullandığı “kurda, kuşa, aşa” ifadesi uyaklı bir tılsım olmaktan daha fazlası olsa gerek. Belki de bu ifade, sürdürülebilirlik için tecrübeyle sabit bir matematik ortaya koyuyordur: iki doğaya, bir aşa.
Nitekim İzmir’de bu anlayışla işlenen milyonlarca dekar tarım arazisi ve mera, dahası bu anlayışla üretim yapan on binlerce üretici var. Başka bir tarım mümkün diye tarif ettiğimiz İzmir tarımı ekosistemini kurarken ana ilham kaynağımız, bu üreticilerin -özellikle de kadınların- nesilden nesile taşıdığı değerli bilgiler. Üç kelimelik bir sözden türeyen bu tarım kültürü, hayranlık verici bir şekilde tüm çağları aşarak iklim kriziyle mücadele için yeni yürürlüğe giren Avrupa Birliği Yeşil Mutabakat ilkeleriyle bire bir uyum sağlıyor. İzmir tarımındaki yoksulluk ve kuraklıkla mücadelemizi işte bu sağlam temel üzerine inşa ediyoruz.
İklim krizinin İzmir gibi Akdeniz ikliminde bulunan şehirler için en ciddi sonucu, su kaynaklarındaki hızlı azalma. Hal böyleyken Türkiye’de su kaynaklarının yüzde 77’si tarımsal sulamada kullanılıyor. Üstelik, çoğu vahşi sulamayla üretilen ürünlerden çiftçilerimiz yeterli gelir elde edemiyor ve kırsalı terk ediyor. Türkiye tarımı hem yoksulluğun hem de kuraklığın içine sürükleniyor. Başka bir tarım mümkün diyerek uyguladığımız İzmir tarımı bu durumu tersine çeviriyor. Bunu, içinde geri dönüşümün de yer aldığı yeni bir tarım ekosistemi kurarak başarıyoruz.
İzmir tarımının birinci stratejisi, su kaynaklarını tüketmeyen iklimle uyumlu atalık tohumları ve yerli hayvan ırklarını desteklemek. İkincisi, büyük tarım tekelleri yerine küçük üreticilerle birlikte çalışmak. Son olarak tarımsal üretimi sadece tarlada değil, satış ve pazarlama aşamalarında da desteklemek. İzmir tarımındaki alım ve satış garantisi sistemiyle, doğrudan gelir artışını destekleyen güçlü bir tarım ekonomisi kuruyoruz.
İzmir tarımı, yeşil altyapı, doğa koruma ve geri dönüşüm politikalarımızla iklim krizi hakkında Türkiye’nin ülke ölçeğinde yapması gerekenleri İzmir’de şimdiden başlatıyoruz. Birçok başka yerel yönetimin de bu konularda samimi çabaları olduğunu biliyorum. Öte yandan, Paris Anlaşması’nın Türkiye’de ivedilikle yürürlüğe girmesi yerel yönetimlerin bu çabalarının bütünleşmesi açısından hayati öneme sahip.
Kurda, kuşa, aşa ifadesi, iklim kriziyle mücadelenin önemli araçlarından biri olan doğa hukukunun gelişimine de rehberlik ediyor. Doğadaki varlıkları merkezinde insanın durduğu bir “çevre” değil doğrudan hak öznesi olarak tanımlıyor.
YENİDEN DOĞAMIZA SARILMAK
İzmir’deki temel hedefimiz şehrin refahını büyütmek ve bu refahın adil paylaşımını sağlamak. Bunun için ekoloji ve ekonomi arasında bir düşman ilişkisi yerine, birbirini besleyen bir uyum tesis etmek zorundayız. Burada, kadim Anadolu kültürü kadar, yeniliğin ve dönüşümün gücü de önem taşıyor.
İzmir kent merkezinde ve kırsalında, binlerce gencin daha iyi bir yaşam için sayısız yenilikçi fikre sahip olduğunu iyi biliyorum. Kadınların yaşamı dönüştürücü gücüne dair derin bir saygı ve umut taşıyorum. Şu çok açık: İklim krizini yaratan eril akıl, kendi içine kapanmaya devam ederek bu meseleyi asla çözemez. Dünyanın ateşini dindirmek, iklimini iyileştirmek için kadınların ve gençlerin söz sahibi olduğu şehir iklimleri kurmak zorundayız.
İzmir, kimsenin geride kalmadığı ve demokrasinin yaşamın her anında var olduğu eşitlikçi bir şehirdir. İzmir’in kadınları ve gençleri için seferber ettiğimiz tüm fırsatlar, girişimcilik merkezleri ve buluşma alanları bu eşitliği sağlama iradesinin birer yansıması. İzmir’de kadınlar ve gençler için projeler uygulamakla yetinmiyoruz. Özünde doğayla uyum ve adalet olan bir İzmir’i kadınlar ve gençlerle birlikte, hepimiz için tasarlıyoruz.
İklim krizi her ne kadar kendini sıklaşan doğal afetlerle ifade etse de özü itibarıyla doğadan kopuşun, insanın kendine yabancılaşmasının bir sonucu. Gezegenimizin ve insanlığın karşılaştığı bu ilk büyük yapay afetle başa çıkmanın yoluysa çok açık:
Yeniden birbirimize sarılmak.
Korkunun yerine cesaretin geçmesine izin vermek.
İyilikte yarışmak.
Dahası…
Yeniden doğamıza sarılmak.
Yeryüzünün hâkimi olduğumuz düşüncesinden, yeryüzünün belki de bu en romantik fikrinden bir an önce kurtulmak. Doğrularla yüzleşmek.
Dünyayla ve hep birlikte iyileşmek.
TUNÇ SOYER
İZMİR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANI