Tüm nostaljik keyiflerine rağmen son “Matrix” filmi “The Matrix Resurrections” sinemasal erdemlerinden ziyade serinin hayranlarında yarattığı …
Tüm nostaljik keyiflerine rağmen son “Matrix” filmi “The Matrix Resurrections” sinemasal erdemlerinden ziyade serinin hayranlarında yarattığı uyuşturucu (ya da uyarıcı, fark etmez) etkisiyle kutsallaştırılan kült yapımlarla karşılaştırılan tüm devam filmleri gibi hayal kırıklığı ile anılmaya mahkum. Ne yazık ki. Oysa beklentilerinizi düşük tuttuğunuzda bile (ya da özellikle düşük tuttuğunuzda) perdede gördüklerinizden haz alabileceğiniz şeyler var filmde. Keanu Reeves’in bir kez daha hiç yaşlanmamış görünmesinin biz fanilerde yarattığı derin şaşkınlığı (ve biraz da öfkeyi) hiç söylemiyorum bile.
Bir kere şurası bir gerçek; filmde zorlama bir şeyler olduğu hissi çok güçlü bir biçimde geçiyor izleyiciye. Serinin devam filmi “The Matrix Reloaded”ın karakterlerinden Merovingian (Lambert Wilson) örneğin bu son filmde yeniden göründüğünde artık o şaşaasından ve ‘zenginliğinden’ uzak, alabildiğine sefil, pejmürde haliyle tükürükler saçarak iki dilde söverken sadece düştüğü cehennemden (face-zucker, wiki vb) dolayı Neo’ya saldırmıyor sanki; onun bu öfkesinde birileri tarafından (yapımcılar, yönetmen??) zorla yeniden bu kavgaya çekilmiş olmasının da payı yok mu sahiden? Ya da acaba Lana Wachowski’nin yıllar sonra bir kez daha Matrix evrenine dönmesinin onda yarattığı öfkeye mi tercüman olmaktadır Merovingian? bana kalırsa meşru bir soru.
Üstelik filmin daha başladında Thomas Anderson’ın (Keanu Reeves) patronu Smith’in “Warner Bros. dördüncü bir oyun daha yapmak istiyor. Bu konuda kararlılar, biz olsak da olmasak da bunu yapacaklar” dediğini de unutmayalım; evet, bir hayli komik bir espriydi ama ciddi oranda gerçeklik payı vardı belki de. Yine gözlerden kaçmayan bir başka gönderme de Marx’ın “Tarihte olaylar ilk seferinde trajedi, ikinci seferinde fars olarak tekerrür eder” lafı… Lana Wachowski çektiği filme dair mi yapıyor bu göndermeyi, bu da başka bir meşru soru. Her şey bir yana, bir buçuk yıl önce sosyal medyadan Elon Musk ve Ivana Trump’ın Matrix yazışmalarına “Fuck both of you” (İkinizi de ..keyim) diyerek yanıtı yapıştıran Lilly Wachowski’nin bu filmin hiçbir yerinde olmaması da bu tezin hiç uzağında değil.
AŞK HER ŞEYİN YANITI MI?
İlk “The Matrix” aslında hepimizi şok eden görselliği ve sinema teknolojisine getirdiği devrim niteliğindeki olağanüstü yenilikleriyle (en basitinden ‘bullet time’, bu son filmde de önemli bir yeri var) kültleşmişti ama bir yandan da ‘sanal alem’ denen şeyin küresel ölçekte daha iyi kavranmasına da yaramıştı. Sosyal medyanın henüz icat bile edilmediği, internetin ise yeni yeni yaygınlaştığı bir dönemde Wachowski kardeşlerin bariz bir Baudrillard temelinden hareketle derin bir şekilde kavradığı sanal alem kavramını “Alice Harikalar Diyarında” modelli bir hikayeyle tasarlaması o zaman için dahiceydi elbette. Bu sefer, yenilik adına en azından, farklı bir odak noktası gerektiğinden elbette, biz “The Matrix”’in çok büyük ticari başarı kazanmış bir bilgisayar (ya da video konsol vb) oyun üçlemesi olduğu önermesiyle başlıyoruz yeni maceraya ve Thomas Anderson’ın da oyunun yaratıcısı olduğunu anlıyoruz. Tabii ki aradan geçen 18 yıl içinde biraz yorgun, bıkkın ama bir şekilde görünüş olarak genç kalmış bir Anderson var ve hayatındaki yalnızlığı “Simulatte” (artık açıklamaya bile gerek olmayan bir gönderme, değil mi?) adlı bir kafede ara sıra görüp iç çektiği ve oyundaki Trinitiy karakterini onun görüntüsü ile modellediği bir kadının silik hayaliyle gidermeye çalışıyor. Uzun lafın kısası bu kez aşk asıl konumuz ve gerçek kurtuluşun anahtarı… Öyle ki artık makinelerin bile belli bir oranda insanlarla birlikte hareket ettiği, dost saflarına geçtiği yeni evrende (yeni Matrix’te) temel meseleye, yani duygulara dönüyoruz. Bir kez daha. İlk üçlemedeki mimarın yerini alan analist (Anderson’ın psikoloğu) bir sahnede bunu ayrıntılı olarak açıklıyor zaten, bir de buradan tekrar etmek gereksiz.
“The Matrix Resurrections”ın günahlarından önce erdemlerine göz atmak gerekirse, “film içinde oyun içinde film” gibi oylumlu bir meta kavramsallık içermesi ve bunu da zekice ortaya koyması takdire şayan bence. İlk filmin devrim niteliğindeki aksiyon sahnelerine çok fazla rastlamayacaksınız belki ama “Bullet Time”ın bir nebze daha ilerletildiğini, ama bu sefer daha çok karakterlere dair meselelerin öne çıktığını görüyoruz. İster istemez. Bir kere aradan geçen yaklaşık 20 yılda herkes yaşlanmış, değişmiş. O kadar ki, Wachowski kardeşler bile değiştiler, ikisi de cinsiyet dönüşümü geçirdiler. Tam bu noktada filmde sık sık karşımıza çıkan “binary” kavramına da değinmek gerekebilir, zira binary, yani ikili sistem hem bilgisayar teknolojisinin hayati kavramlarından biri hem de son yıllarda cinsiyet başta olmak üzere birçok söylemin politik düzlemdeki tarifinde kullanılan bir kavram. Tıpkı Wachowski kardeşlerin binary algıyı reddederek cinsiyet değiştimeleri gibi, “The Matrix Resurriections”da da binary sistemin ötesine geçilmeye çalışıldığını görüyoruz. Bir itiraz en azından. Filmin trajedi mi, fars mı olduğuna ise siz karar vereceksiniz.
FİLMİN NOTU: 6/10