Beş yaşından beri piyano çalıyor. Besteleri de var. Başkaları rahatsız olmasın diye evinin bodrumunda tuttuğu Bösendorfer marka piyanosunu …
Beş yaşından beri piyano çalıyor. Besteleri de var. Başkaları rahatsız olmasın diye evinin bodrumunda tuttuğu Bösendorfer marka piyanosunu çalıyor canı sıkıldıkça. Bir yandan resim de çiziyor. Eski çizimlerini bulan karısının zoruyla düzenli olarak resim yapmaya başlamış son yıllarda. Üstelik satıyor da resimlerini; “İyi bir pazar var” diyor, biraz şaşırarak. Unutmadan; evinde iki de Oscar heykelciği var, zira asıl işi oyunculuk. Yukarıda saydıklarımın hepsi onun hobileri; belki de hızla akıp giden zamana karşı durmak için attığı çıpalar. Sir Anthony Hopkins, 83 yaşında, yaşayan en büyük oyuncular listesinin zirvelerinde, yaklaşık 30 yıldır hem de.
TİYATRO SAHNESİNDEN BEYAZPERDEYE
Anthony Hopkins’e 30 yıl sonra ikinci Oscar’ını kazandıran “The Father” (“Baba”) Fransız oyun yazarı ve romancı Florian Zeller’in aynı adlı tiyatro piyesinden yine Zeller tarafından sinemaya uyarlandı. Başrolü Fransa’da ilk kez Robert Hirsch, ardından İngiltere’de Kenneth Cranham ve ABD’de Frank Langella tarafından canlandırılan “Baba”nın sine uyarlaması Zeller’in aklındaki tek isim Anthony Hopkins olmuş; hatta sırf bu yüzden Christopher Hampton ile birlikte yazdığı senaryoda karakterin adını Anthony olarak güncellemiş yazar. Hopkins’in de okuyup beğenmesi üzerine kolları sıvamış Zeller ama filmin bitip de izleyici karşısına çıkması 2 yılı bulmuş. 80’li yaşlarını süren bir adamın hikayesini anlatan “The Father” (ki Zeller’in “Anne” ve “Oğul” adlı iki oyunu daha var, bir üçleme aslında) zamanın acımasız etkileriyle başa çıkmakta zorlanan Anthony’nin zihnine sokuyor izleyiciyi ve mükemmel oyunculuklar eşliğinde, kabullenmesi belki zor ama kaçınılmaz bir ayna tutuyor ona.
KAYIP ZAMANIN İZİNDE
Filmin en önemli izleği zamansa en önemli teması da kayıp şüphesiz. İkide bir saatini kaybeden, sonra bulan, ama yeniden saklayıp yeniden kaybeden ( sadece saati de değil üstelik, bir tablo kayboluveriyor örneğin, yıllardır yaşadığı evinde bile kaybolmaya başlıyor yaşlı adam ya da yıllar önce kaybettiği küçük kızından sık sık söz ediyor) Anthony aslında yaşlılık denen ve gitgide karmaşıklaşan labirentte kayboldukça her şey daha bir boyut kazanıyor, tam bir netlik kazanmasa da. Hatta filmin bazı bölümlerinde izleyici de Anthony ile beraber şüpheye düşüyor ve o da yolunu kaybediyor. Aslında Florian Zeller’in en büyük başarısı da burada saklı. Hiç uyarmadan, uzunca bir süre hiçbir açıklama yapmadan Anthony’nin zihnine sokuyor izleyiciyi ve onun bakış açısından anlattığı için de aynı kayıp ve kaybolma-kaybetme duygusunu müthiş bir şekilde ona da yani izleyiciye de yaşatıyor.
KARİYERİNDE YENİ BİR ZİRVE
Anthony Hopkins’in “Oynamak kolaydı çünkü ben de o yaştayım artık” dediğine bakıp da basit bir rol olduğunu sanmayın; “The Father”daki ileri derecede bunama belirtileri gösteren yaşlı adamı hakkıyla canlandırmak ancak Hopkins gibi üst düzey bir ustaya mahsustur. Açıkçası Hopkins’in senaryoyu okuduğu anda “Evet” demesi (kendisi söylemiş bunu bir söyleşisinde ve eklemiş: “Hemen menajerimi aradım ve filmi yapmak istediğimi söyledim”) çok anlaşılır bir şey, zira bu kadar iyi yazılmış bir rolü geri çevirdiği anda muhtemelen De Niro ya da Hoffman gibi bir başka usta isim balıklama atlardı. Aslına bakarsanız kariyerinin sonlarına yaklaşan Hopkins için bulunmaz bir fırsat olmuş bu rol zira yıllarca onu Picasso, Nixon, Hitchcock gibi unutulmaz karakterleri canlandırırken izlemiş olsak da geç bir yaşta ilk kez gerçekten parlayıp üne kavuştuğu “Kuzuların Sessizliği” ile hemen arkasından gelen “Howard’s End” ve tabii ki “The Remains of the Day” filmlerinde gerçekten birinci sınıf performanslar sergilediği 90’lı yıllardan bu yana ona yakışacak bir filmde izlememiştik, değil mi? Evet, “The Two Popes” filminde çok iyiydi (ama o filmde asıl parsayı Jonathan Pryce toplamıştı), evet Kral Lear rolünde tabii ki müthişti (ama bu sefer de film zayıf kalmıştı açıkçası) ve evet “Amistad” belki çok hakkı yenmiş bir filmdi ve daha şöhretin tadını almadığı yıllarda oynadığı “Elephant Man” (David Lynch) gibi çok önemli bir filmde rol almıştı ama onun tüm virtüözitesini sergileyebileceği bir film olan “The Father” gibi bir yapım çıkmamıştı ortaya. Hem o hem biz şanslıyız bu anlamda.
Hopkins filmin tek hakimi değil bu arada. Olivia Williams, Imogen Poots, Mark Gatiss, Rufus Sewell gibi güçlü isimlerin oluşturduğu kadroda Oscar ödüllü oyuncu Olivia Colman muhteşem bir oyunculuk sergiliyor, onun da hakkını verelim. her seferinde başka bir ruh haliyle uyanan babasına hem büyük bir şefkat hem de inanılmaz bir sabırla bakan Anne rolünde öyle küçük anları unutulmaz kılıyor ki, pes doğrusu. Yardımcı Rolde En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ına aday gösterilen oyuncunun ilkinden hemen iki yıl sonra ikinci heykelciğini kapması işten bile değilmiş aslında, ama “Minari”deki Güney Koreli oyuncu Yuh-Jung Youn’un ağır basması da anlaşılır bir durum elbette.
Sinemadaki ilk yönetmenlik denemesinden alnın akıyla sıyrılan Florian Zeller şu sıralar üçlemesinin ikinci ayağı olan “The Son”ı beyazperdeye uyarlamakla meşgul. Hugh Jackman, Vanessa Kirby ve Laura Dern gibi isimlerle çalışan Zeller’in nasıl bir filmle çıkageleceği merak konusu elbette. Ama Anthony Hopkins’e müthiş bir armağan sunduğu “The Father”ın akibetine bakınca beklentiler boşa çıkmazmış gibi geliyor.
FİLMİN NOTU: 8/10