Prof. Dr. Muammer Aksoy’un ‘Kuruluşlar Görüş Açıklayamazlar mı?’ isimli yazısı şu şekilde: Örgütlere karşı kuşku ve güvensizlik, klasik …
Prof. Dr. Muammer Aksoy’un ‘Kuruluşlar Görüş Açıklayamazlar mı?’ isimli yazısı şu şekilde:
Örgütlere karşı kuşku ve güvensizlik, klasik demokrasinin bile ilk döneminde var olmuş, bir süre Batı’da da sürmüştür. Dernekler, sendikalar ve çağdaş anlamda meslek kuruluşları uzun bir mücadelenin ürünüdür.
Türk demokrasisinde de örgütlere şaşı bakanların benimsedikleri görüş şöyle özetlenebilir: “Dernekler, meslek kuruluşları ve sendikalar, birçok kez rejim için zararlı girişimlerin hazırlandığı odak noktaları olabilmiştir. Onların düşünce açıklamaları da zaman zaman suça kışkırtma niteliği taşımıştır. O halde, bunlara hiç izin vermemek aslında en iyi çözüm ise de açıkça bu yola gitmek, içte ve dışta demokrasi adına kötü karşılanacağı için hiç değilse bu baş belalarının, olanakları kötüye kullanmalarını kesinkes önleyecek tüm kısıtlamalar getirmeyi unutmamalıyız.
Bu görüş, demokrasiye taban tabana ters düşen bir felsefeyi yansıtır. Demokrasilerde, bir hakkın ya da özgürlüğün bazı kişiler ya da kuruluşlarca kötüye kullanılması, “o hak ya da özgürlüklerin cezalandırılması” sonucunu yaratamaz. Kim “bir hak ya da hürriyeti başkalarının haklarına ya da toplumun güvenliğine saldırı için basamak yaparsa sadece o kişi ya da kuruluş cezalandırılır”. (…) Çeşitli örgütlerde yer alan kişiler, toplum için kesinkes zararlı birtakım girişimlede bulunuyorlarsa, bunun nedeni, o örgütler ve onlara izin verilmiş olması değildir. Eğer o örgütler yasaklanır ya da kıpırdayamayacak kadar sımsıkı bağlanırsa, kötü niyetli kişiler suçlarını gerçekleştirecek başka yuva ve zemini yine de bulurlar. Bu yasaklamalar, sadece yer altı faaliyetlerini özendirmiş olur. (…)
Bundan ötürü çağdaş demokraside, “özgürlükler nasıl gerçek kişiler için kural” ise ancak “yasanın zorunlu hallerde açıkça öngördüğü yasakla özgürlükleri sınırlayabilir”se; durum, kural olarak örgütler bakımından da aynıdır. (…) Seçimle gelen iktidarların “her şeye kadir olma hevesleri” artık özellikle “siyasal gücün sadece bir odakta toplanmasını” ortadan kaldırma sayesinde önlenebilmektedir. Eğer bir anayasal düzende, “bireyler devletin karşısında tek başında güçsüz durumda kalmaya mahkum edilmişlerse” bir noktada toplanan (merkezileşen) siyasal gücün kişiyi ezme yoluna sapmasını önlemek olanaksızdır. (…)
Demokrasilerde “tüm yetkilerin bir merkezde toplanmasının tehlikesi” artık anlaşılmış; siyasal partilerin yanında, “başka kuruluşların grup ve topluluklarında, milli iradeye dolaylı olarak etki ve katkılarının benimsendiği”, “çoğulcu bir demokrasi anlayışı” çağdaş demokrasinin ortak niteliği olarak kabul edilmiştir.
Parlamento Diktatörlüğü
İktidar bir merkezde toplandığı zaman, seçimlere dayanan demokrasinin dahi bir hürriyet rejimi olmaktan çıkıp ferdin mutluluğunu sağlayamaz duruma düşeceği ve fiilen “bir parlamento diktatörlüğü”nün kurulacağı, tüm Batı demokrasilerinde kabul edilen bir gerçektir. Ve bu gerçek, yüz kez, bin kez dile getirilmiştir. İşte böyle demiştik beş yıl önce.
Günümüzde siyasal iktidarın tekelci gücü karşısına bu gibi yasal frenlerin çıkarılmasını yadırgayan politikacılarımızın, her bilgine değer vermeyeceğini bildiğimizden, onların dahi siyasal yelpazedeki yerine itiraz edemeyecekleri bir anayasacımızdan, Prof. Dr. Ali Fuat Başgil hocamızdan bazı cümleleri aktarmakla yetineceğiz:
“Çoğunluğun egemenliği mekanizması sayesindedir ki demokrasilerde bütün kuvvet ve iktidar, ekseriyet adını taşıyan anonim bir kitlenin eline geçmekte hatta fiiliyatta bu kitle içinde söz sahibi olanların ellerinde temerküz etmektedir. Neticede, demokrasi mantığında dahi ‘Halkın sesi hakkın sesidir’ yerine, ‘ekseriyetin sesi, hatta ekseriyet grubunun başlarındaki şeflerin sesi hakkın sesi’ manasını almaktadır. İşte demokrasilerin hak ve hürriyet için sakladığı tehlikede buradadır. (…) tahakküm ve esaret rejimi daima iktidar ve salahiyetinin mahdür birkaç elde toparlanmasından doğmuştur. Bir noktada temerküz eden bir kuvvet, daima hakkın ve hürriyetin en büyük düşmanıdır. Bu kaideye, demokrasiler bir istisna teşkil etmez. Demokrasilerdeki ekseriyetde, rakipsiz ve kontrolsüz bir kuvvet merkezi haline gelince o da tahakküm yoluna sapabilir. Bir diktatörden gelen hak ve hürriyet düşmanlığıyla bir ekseriyetten gelen arasında asla bir mahiyet farkı yoktur. Kötülük, kimden gelirse gelsin kötülüktür. Kötülüğü yapan ekseriyetin ulusal egemenliğe dayanması yaptığı kötülüğün mahiyetini değiştirmez tersine, onun fecaatini artırır. (…) Bu hususta alınacak tedbirlerin başında ve güçlüklerin anahtarı, kuvvet ve salahiyetlerin diktatörlüklerde olduğu gibi, bir elde toparlanması yerine bölünüp birbirine karşı birer muhtar organ şekline konulması gelir.” (…)
Sonuç
Hukuk ve siyaset bilimi kitaplarında, sendikalar, baroların ve tabiplerin ulusal birlikleri yasal baskı gruplarının başında sayılmaktadır. (…) Ve baskı grupları, iktidarın alkışçısı ve meddahı olmak durumunda değildirler. Tam aksine, iktidarların eleştiricisi, etkileyicisi, gerektiğinde kınayıcısıdırlar. Demokrasilerde iktidarların dalkavuğu durumuna düşen meslek kuruluşlarının yöneticileri hem mesleksel ve kişisel hassasiyetlerini ayaklar altına alırlar; hem de “demokrasinin soysuzlaşmasına” hatta “kokuşmasına” neden olurlar.
Eğer Türkyemizde, “demokrasinin hiç değilse asgari ölçütlere sahip bir rejimin var olmasını” istiyorsak, yasal baskı gruplarının serbestçe faaliyetine izin vermemiz gerekir. (…) – 13.01.1986, Cumhuriyet