Neş’e Erdok, evet, her daim çok üretken bir sanatçı ama Yapı Kredi bomontiada’daki son sergisi gösteriyor ki muhtemelen hayatının en verimli …
Neş’e Erdok, evet, her daim çok üretken bir sanatçı ama Yapı Kredi bomontiada’daki son sergisi gösteriyor ki muhtemelen hayatının en verimli döneminde. O kadar ki sergide yer alan eserlerden biri katalog baskıya girdiğinde hazır değilken hatta belki de ortada yokken sergiye yetişmiş! Bunun da bir sebebi olmalı elbette; bu üretkenliğin, bu yarın yokmuşcasına resim yapmanın, bu büyük çabanın… Sergi mekânında bir araya gelip konuştuğumuz Erdok’la sohbetimiz de buradan başlıyor zaten:
“Aslında her şey 2019’daki hastalığımla başladı. Hemolitik anemi geçirdim. Onun tedavisi sırasında çok kortizon yapıldı ve sonuç olarak önemli bir kas zayıflığı oldu bende. Zor yürümeye başladım. O sırada da bir çocuk hastalığına tutuldum. Beşinci hastalık diye bir şey… Çocuklarda çok kısa sürede geçen bir hastalık ama beni çok kötü etkiledi. Derken bir gün evde bayıldım, beni apar topar Amerikan Hastanesi’nin aciline götürdüler. Kendimi kaybettim, artık bilmiyorum ne kadar sürdü ama ağır bir hemolitik anemi geçirdim. Üç ay hastanede kaldım. Sağ kolumu da kullanamıyordum. Hastaneden eve gittiğimde de evde fizik tedaviye başlandı. Hastalanmadan önce yaptığım, yarım kalmış bir resmim vardı, ‘Göç’ diye, ona çalışayım dedim. Tabii pandemi çıkınca da bizi eve kapattılar biliyorsunuz, benim yaşımdakileri… Ama resim yapmak biraz kapanmaktır yani, kapanıp resim yaparsınız.”
GÖÇMEN BİR AİLE
– Son yıllarda Türkiye çok fazla göç alan bir ülkeye dönüştü. Bazı resimleriniz tamamen bu konuya adanmış. Ne düşünüyorsunuz, bu meseleye dair?
Benim ailem, hem anne hem baba tarafı Rumelili. Babam Üsküp doğumlu… Balkan Savaşı sırasında, 1912-13, kaçıyorlar… Bir çıkın, kucaklarında çocukları falan öyle geliyorlar. Kuşadası’nda karaya çıkıyorlar vapurdan, sonra Bandırma’ya, orada Rumlar var, Yunan gemileri falan geliyor sahile, Bandırma’yı yakıyorlar Rumlar giderken Türk ordusu geliyor falan, onları dedemler çok anlatırdı. Camiye kapatmışlar dedemleri falan filan. Oradan Gönen’e gidiyorlar, Gönen’den Manisa’ya… Manisa’da hatta bir akıl hastanesivari bir yer, dedemi oraya müdür yapıyorlar, herhangi bir ilgisi olmamasına rağmen… Bir de kaçan Rumların bir bağını, evini veriyorlar. Fakat dedem istemiyor. Alıyor ailesini, İstanbul’a geliyor, at arabasıyla. İstanbul’da bir süre bir camide kalıyorlar, ondan sonra Üsküdar’da bitmemiş bir ahşap ev alıyorlar, öyle devam ediyor. Yani Rumelili göçmen bizim aile. hep anlatırlar bu göç olayını, çektikleri zorlukları… Şimdi yeni gördüğümüz göçmenler de çok acıklı aslında… Ülkesini bırakıp kaçmak çok zor bir şey. Yani ben öyle niye geldiler falan diye bakamıyorum. Herkesin başına gelebilir böyle bir şey.
– Etrafınızda olupbitenlere karşı resimlerinizle tepki veriyorsunuz. Manavgat’taki yangını da çizmişsiniz…
O tabii müthiş bir olay, cehennem gibi bir şeydi. Televizyona Sarı Keçililer diye bir grupta bir kadın çıktı… Köylü, kendi kendini yetiştirmiş bir kadın, müthiş güzel konuştu… Hayvanları var, keçileri, develeri falan… Spiker ona hayvanlarınız diyordu, o dedi ki onlar bizim yoldaşlarımız… Müthiş bir şeydi yani… Yine sonra spiker keçi deyince, kadın dedi ki onların isimleri var, işte şu İnci, bu bilmem ne, isimlerini saydı, yani müthiş bir hayvan ve insan sevgisi. Keçiler dedi kadın, ormanın yerdeki yapraklarını yerler, o zaman yangın çıkmaz… Kurumuş yapraklar yanar, biz biliriz bunları dedi. Yani müthiş bir eleştiri getirdi orada. O resme hatta ben öyle bir kadın da koydum, çiçekli elbiseli…
KEDİYLE ÖZDEŞLİK
– Şu da ilgimi çekti doğrusu, bir iki resim hariç her resimde mutlaka kedi ya da kediler var…
Evet, aslında başlangıçtan beri bende hep bir kedi var resimlerimde. Benim kedim yok. Olmaması sevgiyi daha çok artırıyor galiba… Şey de öyle değil midir, en büyük aşklar kavuşamayanların aşkıdır. Artık kedi benim imzam gibi oldu, kendimi resme o şekilde sokuyorum.
– Kendinizi kediyle özdeşleştiriyorsunuz bir anlamda…
Evet. Eskiden çok fazla sokak satıcısı çizerdim ve bana hep size çok benziyor bu insanlar derlerdi. O da bir çeşit özdeşleşme aslında.
‘BEN OKUMAYI CUMHURİYET’LE ÖĞRENDİM’
– Resim yapmak dışında nasıl geçiyor günleriniz?
Çok okurum ben. Yeni kitapları takip etmeye çalışıyorum. Ben çok eski Cumhuriyet okuruyum, okumayı Cumhuriyet ile söktüm, o kadar eski… Daha okula gitmeden, C-u-m, cum-hu-ri falan diye… Ve Cumhuriyet’te o dönem roman tefrika edilirdi. “Cüzzamlı Kadınlar” diye bir roman vardı mesela. Sonra Yaşar Kemal’in “Teneke”si. Daha sonraları Aziz Nesin’in yazıları. Bedri Rahmi’nin Anadolu seyahatlerinde yazdıkları, siyah-beyazlarıyla basarlardı onları. Sonra Burhan Felek, sayfanın sağında bir sütunu olurdu onun. Cumhuriyet’i ben hiç bırakmadım.