Neden Mehmet Ali Güller? Afganistan’da köktendinci Taliban, hükümeti açıklamaya hazırlanıyor. Örgütün ele geçiremediği tek vilayet Pençşir ve …
Neden Mehmet Ali Güller? Afganistan’da köktendinci Taliban, hükümeti açıklamaya hazırlanıyor. Örgütün ele geçiremediği tek vilayet Pençşir ve burada şiddetli çatışmalar sürüyor. Kadınlar Kâbil’de hak ve özgürlükleri için meydanlarda… Bir yandan Türkiye, Katar ile birlikte Kâbil Havalimanı’nı işletecek mi, hâlâ tartışılıyor. Suriye göçünden sonra Afgan göçü masada “en büyük sorun” olarak duruyor. “Türkiye’yi Avrupa’nın istilasını önleyen tampon ülke haline getirdiler, üstelik bununla da övünüyorlar” diyen Cumhuriyet gazetesi yazarı Mehmet Ali Güller, uzun bir süredir bu konuda yaptığı ciddi tespitlerine, göç meselesini tarihsel bağlamında ele alıp bugüne getirdiği “Tampon Ülke: Emperyalizmin Göç Stratejisi” kitabını da ekledi. Bize de sormak kaldı.
– Hadi baştan başlayalım. Türkiye neden tampon ülke olmayı kabul etti. AKP’nin göçmen politikasından nasıl bir çıkarı var? Para mı, oy mu?
AKP, Batı desteği almak için Türkiye’yi tampon ülke yaptı. AKP iktidara Batı desteğiyle geldi, Batı’nın Ortadoğu planlarına eklemlenerek iktidarını sürdürdü ve Batı’nın ihtiyaçlarını karşılayabildiği ölçüde iktidarını korudu. Göç, AB için çok önemli bir sorun. Türkiye AB’nin bu sorununu, göçmenleri tutarak çözdü. Bunu AKP hükümetinin başbakanı Binali Yıldırım söyledi zaten.
– Hatırlatın lütfen…
“Türkiye olmasa akın akın mülteciler Avrupa’yı istila edecek.” Yani Türkiye’yi yönetenler açık açık “Avrupa istila edilmesin” diye “Türkiye’nin istila edilmesini kabul ettiklerini” söyleyebiliyorlar. Bununla övünebiliyorlar. Mesele sadece bunun karşılığında alınan para değil. Zira o para bu sorunun yükünü karşılamaz. Burada amaç, AKP’nin Batı’nın çok önemli bir sorununu çözerek, Batı’nın nezdinde önemini artırmaktır. Çünkü Batı’nın siyasi ve ekonomik desteğini aldıkça, Türkiye’de iktidarını koruyabileceğini hesaplıyor. Bunun için de kendi ülkesini ve halkını göç sorunuyla karşı karşıya getirmekten hiç çekinmiyor. Yeter ki iktidarda kalabilsin. Diğer taraftan Türkiye’nin farklı etnik gruplarla dolması, bu hükümet açısından ideolojik bir sorun da değil. Tersine “her türlü milliyetçiliği ayaklarımın altına aldım” diyen, milliyetçilik yerine ümmetçilik yapan bir iktidar var. Ümmetçilik ve yeni Osmanlıcılık zaten ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin içindeydi. AKP’nin göç politikasını bu 20 yıllık sürecin bütününün dışında tutamayız yani.
– Göçmenlerle Yeni Osmanlıcılık, eyalet sistemi, federasyon, Büyük Ortadoğu Projesi’nin nasıl bir ilgisi var?
– Yani Erdoğan’ın Lozan ve misakımilli tartışmaları da bu planla mı ilgili?
Kesinlikle. Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyine genişleme hedeflerinin gereği olarak misakımilli savunuculuğu yapıyorlar. Halep 82. il, Kerkük 83. il diye propaganda yapmaları bu nedenle… Halep’i, Kerkük’ü, Irak ve Suriye’nin kuzeyini almayı, oralarla genişlemeyi hedefleyen bir iktidar için elbette üniter yapı yerine federasyon, elbette millet yerine ümmet esas olacaktır.
– AKP’nin niyeti Suriye’de toprak bütünlüğü müydü, yoksa toprak kazanma niyeti mi vardı?
Resmi söylem toprak bütünlüğü elbette ama gerçek tersi… Suriye’nin kuzeyinde PYD özerk bir yapı kuracak, Kürt Açılımı da var, o yapı Türkiye’ye bağlanacak, AKP de tarih yazmış olacak… Tabii bunlar hayaldi, gerçekleşmedi… Ancak AKP hâlâ bu hayalden vazgeçmiş değil. Açılım bitti, PKK-PYD’yle ilişkileri tersine döndü ama hâlâ şartlar değiştiğinde bundan nasıl bir kazanç elde ederim diye bakıyor. Fırat’ın doğusunda PYD devletine karşılık, Fırat’ın batısında kendi kontrolünde bir ÖSO devleti pazarlığı yapabileceğini hesaplıyor. Şam yönetiminin sahadaki dostları Rusya ve İran’la işbirliği yapmaya mecbur kalması ama Şam yönetimiyle anlaşmakta ayak sürüyor olması bu nedenle. İdlib’de, Afrin’de ısrar etmesi bu nedenle. Suriye ordusunun kendi topraklarında egemen olmasına karşı Türk askerini oralarda tutmak istemekte ısrar etmesi bu nedenle. Sanki kendi toprağıymış gibi oraya kaymakam ataması, Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Türk üniversitesine bağlı fakülte açması, TL’yi dolaşımda olmaya zorlaması, tabelalar, zaman zaman bayrak göstermeler hep bu nedenle. Ancak bu da hayal, gerçekleşmeyecek bir hayal…
– Bu arada önce AKP’nin “Sanayiyi göçmenler ayakta tutuyor” açıklamalarını, sonra “Türkiye’nin bir tane daha mülteci alacak kapasitesi yoktur” sözlerini ve son olarak da MHP’nin göç raporunu birlikte değerlendirmenizi isteyeceğim. Göç raporundaki şu ifadeye dikkat: “Harcanan 38.5 milyar dolarla Ford-Otosan’ın altı kat büyüğü kurulabilir, bu şirkette 79 bin istihdam sağlanabilirdi…” Ne oluyor?
AKP’nin “Suriye’yi göçmenler ayakta tutuyor” söylemi, nasıl bir ekonomi inşa ettiklerinin de itirafı aslında. Ucuz işgücüne dayanan ekonomi anlayışlarında sömürülecek göçmen emeği, büyük fırsat oldu bu iktidar için, bu iktidarın dayandığı sınıf için… Göçmenleri hem ucuz işgücü olarak kullanıyorlar, hem de sendika isteyen, zam isteyen Türk işçisine karşı “Bak alternatifin var” diyerek sopa gösteriyorlar. İki yönlü sömürü yani… MHP’nin milliyetçi anlayışla göçmenlere karşı olması ve Erdoğan’ın iktidarda kalabilmek için MHP’ye ihtiyacı olması, zaman zaman dikkat çektiğiniz türden çelişkiler doğuruyor elbette. Erdoğan, iki tarafı da iki anlayışı da idare ederek yürütmeye çalışıyor süreci.
– Tüm anketler tüm parti seçmenleri için şunu rahatlıkla söylüyor: Suriyeliler, Afganlar istenmiyor. Siyaset buradaki oy potansiyelinin mi farkına vardı da söylemin dozunu artırdı…
Tabii göç sorununun doğurduğu sıkıntıların AKP tabanında da hissediliyor olması, Erdoğan’ı sürekli manevra yapmak zorunda bırakıyor. Göç konusunda son dönemde sık sık birbiriyle çelişen açıklamalar yapması bu nedenle. Yüzde 8’e varan bir göçmen varlığı, ekonomisi kırılgan bir ülkede, herkes açısından sorun elbette. AKP tabanı açısından da… Vatandaş, kendi ekonomisindeki gerileme nedeniyle suçlanacaklar listesine kolayca göçmenleri öncelikle yazabiliyor haliyle. Kuşkusuz burada okları göçmenlere değil, sorunun esas kaynağına yönlendirmek lazım. Zira göç sorununda sorunun nedeni olarak göçmenleri görmek kadar hatalı ve sonuçları vahim olabilecek bir yaklaşım yoktur… Ekonomimiz, göç nedeniyle değil, üretim esaslı olmaması nedeniyle, tarımın bitirilmesi nedeniyle, sanayinin ağır yara alması nedeniyle, gümrük birliği politikaları nedeniyle, borcu borçla çevirme anlayışı nedeniyle, uluslararası kredilere bağımlı olması nedeniyle, kamucu olmaması nedeniyle kötü… Tüm bunların yanında göçmenlerin ekonomiye getirdiği yük, tali kalır.
– Türkiye’deki Suriyelilerin ülkesine dönmesine AKP kadar liberallerin de itiraz ettiğini söylüyorsunuz. Neyi eleştiriyorsunuz?
Liberallerin “insan hakları”na verdikleri önemden kaynaklanmıyor bu itirazları elbette. Öyle olsa, Suriye’de 10 yıldır süren iç savaşa destek vermezlerdi! Dertleri şu, bunu da açık açık söylüyorlar: “Suriyeliler gönderilirse, Kuzey Suriye’nin demografisi bozulur” diyorlar. Yani Kürt bölgesine Araplar doluşur diye endişe ediyorlar. Yani bizim liberallerimiz Arapları Türk topraklarında seviyorlar, Kürt topraklarında değil. Çünkü Suriye’nin kuzeyini, Suriye toprağı olarak değil, Kürdistan olarak görmeyi arzu ediyorlar.
– Kitabınızda altını özellikle şöyle çizmişsiniz: “Göç, evet, bir sorundur ancak bu sorunda göçmenleri hedef almak doğru değil.” Fakat siyasetçileri durdurmak da mümkün değil.
Göç sorununda sorunun nedenini yanlış belirlemek ve çözümünde de kolaycılığa kaçmak, ciddi sorundur. Olası sonuçları itibarıyla ciddi sorundur. Siyasetçiler başta, hepimiz bu konuda sorumlu davranmalıyız. Göç sorununun nedeni göçmenin kendisi değildir; göçmen, bu sorunun sonucudur. Göç sorununda, ki esas göçmen varlığı Suriyeli olduğuna göre, oradan hareketle söylersek sorunun kaynağı, birincisi emperyalizmin saldırganlığ,ı ikincisi de AKP hükümetinin emperyalizmle işbirliği yapmasıdır. Şimdi burada ABD’nin ve AKP’nin politikalarına karşı çıkmadan, dahası o politikaların değiştirilebilmesi için çaba göstermeden, sorun nedeniyle göçmenlere yüklenmek, hem politik değildir hem de insani değildir. Sorunu doğuran nedeni değiştirerek, ortadan kaldırarak sorunu çözebiliriz.
– Yakın zamanda Altındağ’da yaşananlar bunun provası mıydı?
Altındağ hepimiz için erken uyarı olmalı. Bunun bir prova olmaması, tekil bir örnek olarak kalabilmesi için hepimiz sorumlu davranmalıyız.
– Sizce oradaki büyük resme baktığınızda tartışmadığımız bir şey kaldı mı?
Göçmen karşıtlığı doğuran, yabancı düşmanlığı geliştiren, toplum içindeki bu duyguları körükleyecek yaklaşımlardan uzak duracak bir söylemin esas olması gerektiğini, döne döne konuşmalıyız. Zira Türkiye bu sorunla daha bir süre yaşayacak ve kritik anlarda benzer durumların yaşanmaması için söylemler, hele de şu sosyal medya çağında, kritik önem kazanıyor.
– Aslında yaratılan bir algıyla düşmanlık körükleniyor sanki. Bu göçleri fırsat bilip İstanbul’a gelerek zenginlik ya da yan gelip yatma peşinde olanların sayısı çok mu?
Kuşkusuz bunu fırsata çevirenler var. Suriye’de hırsızlık yaparak, kamunun malına el koyarak hızla zenginleşen ve bu nedenle İstanbul’a, Dubai’ye yerleşenler elbette var. Dahası Suriye’den kazandığını şimdi Suriye’nin vatan savunma savaşında kullanmayıp, Batı’ya transfer ederek kendine yeni yaşamlar kuranlar elbette var. Ancak toplam göçmen içinde bunlar çok az. Göçmenlerin çoğunluğu çaresiz insanlardır. Erdoğan’ın vatandaşlık kanunundan yararlanarak para karşılığı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kazananlardan ibaret değil ki göçmenler. Çoğunluğu parasız, yoksul halk kesimleri…
– Göçmenler sadece başkasının hakkını dolaylı gasp eden insanlarmış gibi görünüyor. Siz kitabınızda Aziz Sancar, Özlem Türeci, Uğur Şahin örneklerine yer vermişsiniz…
Göçmenlere salt bir yük olarak bakmanın yanlış olduğunu somut anlatabilmek için verdim o örnekleri. Göçmenler gittikleri toplumlara katkı sunanlardır aynı zamanda. Savaşlardan kaçıp farklı Batı ülkelerine yerleşen ve o ülkelere sporcu olarak, akademisyen olarak, işadamı olarak büyük katkı veren çok göçmen var. Bir toplumdan başka bir topluma şu ya da bu nedenle göçen, göçmek zorunda kalan, zorunlu olarak göçen ya da tercihen göçen pek çok başarılı örnek de var.
Kaldı ki kitabın girişinde kısaca konunun tarihselliğine de değindim. Uygarlığın gelişiminde yerel-göçer mücadelesinin, çiftçi-çoban mücadelesinin rolüne ve önemine de değindim. İnsan, ağaçtan inip ayakları üzerine dikildiğinden beri göçüyor, yer değiştiriyor, daha iyi yaşayabileceği, daha çok kazanacağı yerler arıyor. İşte Anadolu’nun kavimler kapısı özelliği bu tarihselliğin en somut halidir. Tarihte kavimler kavimleri itip büyük göç dalgaları yarattılar. Yeni çağda da bu değişik şekillerde sürdü, sürüyor. Pamuk tarlalarında çalıştırmak üzere köleleştirilen ve yeni kıtaya taşınan siyahiler, günümüzde neo-liberal ekonominin bir yansıması olarak büyük yer değiştirmeler ve ABD emperyalizminin çıkarları için işgal ettiği topraklardan kaynaklanan kitlesel göçler…
– Muhalefet “geri göndereceğiz” diyor, o kadar kolay mı?
Bu o kadar kolay değil. Birkaç nedenle. Birincisi “zorla sınır dışı” etmenizi engelleyen bir uluslararası hukuk elbette yok ama mevcut uluslararası hukuk, bir yönüyle zorla sınır dışı edebilmenizi kolaylaştırmamaya çalışıyor. Dahası “zorla sınır dışı” eden devlet görüntüsünün, uluslararası ilişkilerde elinizi pek çok açıdan zayıflatması da söz konusu. İkincisi, 81 ile dağılmış Suriyelileri öyle kolayca toplayıp sınır dışı edebilmeniz teknik bakımından çok olası değil. Üçüncüsü ve hepsinden önemlisi insani bir çözüm değil! Dolayısıyla çözüm perspektifimizin itici motoru “zor” değil, “ikna” olmalı, “gönüllülük” olmalı…
– Peki, ne yapacağız? Ankara Şam ile anlaşınca, tablo değişecek mi?
Ankara ile Şam’ın anlaşması gerekli şart ama yeterli şart değil. İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e yerleşmiş, iyi kötü bir iş bulmuş, büyük çocukları çalışan küçük çocukları okula giden bir aile, sırf Ankara ile Şam barıştı diye kalkıp Hama’ya, Humus’a neden dönsün? Şu anki şartlarına yakın olmasa bile, çok uzak olmayan şartları sağlamak lazım, geri dönmesine ikna edebilmek için. Bunun için önerdiğim bir proje var kitapta. Çok kısaca özetlersem; krizi fırsata çeviren, hem Suriyeliler için hem de Türk vatandaşları için, birlikte kalkınma modeli sağlayacak bir proje. Bir ortak ekonomi alanı kurma ve ekonomik işbirliği yapma projesi.
– Birlikte yaşamayı çözebilecek miyiz; çözemezsek ne olur?
Birlikte yaşamayı değil, herkesin kendi ülkesinde mutlu ve refah içerisinde yaşayabilmesini ana amaç yapmalıyız öncelikle. Ancak son tahlilde, Türkiye’deki göçmenlerin tamamını gönüllü olarak, ikna ederek ülkelerine gönderebilmemiz mümkün değil. Burada bir kısmı yaşamaya devam edecek. Burada doğan çocukları ya da başka nedenlerle… O bakımdan elbette birlikte yaşayabilmeyi de çözebilmemiz gerekiyor. Çözemezsek büyük sıkıntı olur. Hem göçmenler için ama hem de yabancı karşıtlığının egemen olduğu bir siyasi iklimde yaşamak zorunda kalacağımızdan, hepimiz için… Fakat ben umutsuz değilim. Altındağ gibi tekil örneklere ya da geniş geçen yüzyıl içinde 5-6 Eylül’lere, Maraş’lara, Sivas’lara bakarak, zorluklar görülebilir. Ancak daha geniş perspektiften bakınca, arkamızda Gladyo tertipli bu tekil örnekler değil, daha çok birlikte yaşama kültürünün gelişmiş olduğu bir toplum var… Türk toplumu, kendisi de köklerinde göçerlik olduğu için, dahası imparatorluk mirasına sahip olduğu için, aslında dünyada “birlikte yaşama” kültürüne en sahip toplulukların başında gelir. Bakmayın siz o tekil örneklere, aslında biz oldukça hoşgörülü bir toplumuz. Medeni Avrupalıların göçmenleri karada ve denizde nasıl geri ittikleri, nasıl ölüm yolculuklarına zorladıkları ortada. Her gün bunun örnekleri yaşanıyor ne yazık ki… O bakımdan Türk toplumunun, Avrupalara nazaran çok daha birlikte yaşama kültürüne, hoşgörüsüne sahip olduğunu söyleyebilirim.
– İşin aslında korkutan boyutu cihatçıların Türkiye’ye girmesi… Buna ne dersiniz?
Toplumun esas endişesi bu zaten. Zira iktidarın, Suriye’ye dünyanın pek çok yerinden savaşmaya gelen cihatçılara kapı açmasından bu yana, toplumun IŞİD vb. kaynaklı bombalı saldırılarda ödediği büyük bedeller var… Göç dalgaları haliyle bu endişeleri artırıyor. Zira Türkiye’de pek çok cihatçı örgütün “uyuyan hücre” olarak bulunduğu ortada. Bunun en önemli göstergesi zaman zaman “IŞİD’li yakalandı” şeklindeki polis operasyonu haberleridir zaten.
ABD ‘ÖZEL SAVAŞ’I ÖNE ALIYOR
– Kritik tarih olarak “14 Haziran 2021, Biden-Erdoğan” görüşmesini gösteriyorsunuz. Sır dolu o zirvede Afgan göçüyle ilgili bir pazarlık yürütüldüğünü düşünüyor musunuz?
Bir kere aileden tercüman dışında, görüşmede bir Dışişleri yetkilisi olmadığı içi, ne konuşuldu, bilmiyoruz. Bu iktidar, geçmişte de benzer görüşmelerde benzer anlaşmalar yaptığı için endişeliyiz. Anımsayın, AKP’li Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Colin Powell ile “İki sayfalık dokuz maddelik gizli bir anlaşma” yaptığını açıklamıştı! 14 Haziran’da Kâbil Havalimanı’nın güvenliği için bir “genel mutabakat” olduğunu biliyoruz; hem Erdoğan hem Biden açıkladı. Ancak bunun tek olmadığı, paketin unsurlarından sadece biri olduğu anlaşılıyor. Tablo değişti ve 15 Ağustos’tan itibaren Kâbil’e Taliban egemen oldu, böylece o mutabakat da kadük oldu. Ancak Türkiye’nin hâlâ havalimanında “işletmecilik” yapma ısrarını sürdürmesi, bunun ABD ve İngiltere tarafından destekleniyor olması, Taliban’la bu çerçevede pazarlık yapılıyor olması, Türkiye ve Katar’ın bu amaçla G7 toplantısına katılması, meselenin paket boyutuna işaret ediyor. Yine İngiltere, Almanya ve Yunanistan yetkilileriyle yapılan ve o başkentlerden Türkiye’nin Afgan göçü konusundaki önemine işaret edilen açıklamalar dikkat çekici… Türkiye, Afganistan göçü için en önemli koridor. Bunu Ankara da dünya da görüyor. Batı Türkiye’nin koridor olmasından öte, son durak olmasına çaba gösteriyor. Böylece göç sorununu Türkiye’ye havale etmek istiyor. AKP hükümetinin de kritik seçim sürecinde Batı’nın siyasi desteği ve kredi musluklarını açması karşılığında buna razı olabildiğini, Suriye örneğinde yaşadık ne yazık ki…
– Havalimanı ABD açısından neden önemli?
ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price, bu soruya şu yanıtı veriyor. “Ticari ve hava taşımacılığının ötesinde öneme sahip. Bölgede diplomatik olarak da bulunmanın şartı” diyor. 15 Ağustos’a kadar hedefleri şuydu: Türkiye, havalimanının ve havalimanından büyükelçilikler bölgesine kadar olan bölgenin toplamının güvenliğini sağlayacaktı. Şimdi bunu, Türk askeriyle değil, SADAT gibi yapılarla, “işletmeciliğin güvenliği” çerçevesinde yaptırabilmeye çalışıyorlar.
– Milli Savunma Bakanı Akar’ın, “Türkiye, NATO’yu kendi güvenliğinin merkezine koymaktadır” açıklamasını hatırlayalım. Bu, stratejik bir hata mı, değil mi?
Stratejik hatadır elbette. Dün de hataydı, bugün de hata… NATO demek son tahlilde ABD demektir. ABD’yi kendi güvenliğinin merkezine almak, vahimdir. Dün de vahimdi bugün de… Dün bu hatayı ABD’nin “Yeşil Kuşak” projesinde, ABD’nin stratejisine eklemlenerek yapmışlardı… Bugün de ABD’nin Orta Asya planlarında rol alabilmek hevesindeler ne yazık ki…
– Türkiye, Kâbil Havalimanı’nda görev üstlenecek mi, üstlenmeyecek mi; açıklamalar çelişkili… Böyle bir görev, sonunda nasıl bir sorun yumağını beraberinde getirir?
Türk askerinin Kâbil Havalimanı’nın güvenliği görevine soyundurulması vahim hataydı. Neyse ki tablo değişti, bu görev de değişti. Ancak AKP, NATO zirvelerinde ve Erdoğan-Biden görüşmelerinde konuşulan görevleri farklı yollarla sürdürebilme niyetinde. Şimdi işletmecilik adı altında görevi farklı bir formda da olsa sürdürmeye çabalamaları bu nedenle… Türkiye için vahim sonuçlar doğurma potansiyeli taşıyan işler bunlar. Zira ABD’nin Orta Asya hesapları bağlamında, “özel savaş” kapsamında olma potansiyeli taşıyan bir görev bu…
– “Afganistan ile ilgili bu karar sadece Afganistan ile ilgili değil. Diğer ülkeleri yeniden inşa etmek için büyük askeri operasyonlar çağını sona erdirmekle ilgili” dendi. İnandırıcı mı?
Hegemonyası zayıflayan ABD için bu bir zorunluluk artık. “Ulus inşa projesi” dedikleri kapsamlı işgal ve saldırıları sürdüremeyecek durumdalar. O nedenle ABD “özel savaş”ı öne alıyor artık. Pentagon bünyesinde kurulan ve sivil şirketlere bağlı görünümlü 60 bin kişilik yeni ordu bu amaçla kuruldu. ABD işgal edemeyeceği yerlerde karışıklıklar çıkarma, sabotaj düzenleme, suikastlar yapmaya yönelecek ağırlıkla… ABD ekonomisi geriliyor; ABD’nin en zengin yüzde 1’inin serveti, geçen yıl yüzde 50’nin servetini geçti. Yani ABD içinde zengin-yoksul makası açılıyor. Amerikan kamuoyu bu nedenle büyük paralara mal olan “ulus inşa projelerine” karşı. Emperyalist tekeller mevcut çıkarlarını o nedenle “özel savaş” düzleminde sağlamaya çalışacak yeni dönemde.
– Biden ”Afganistan ordusunun bu kadar kolay çökmesini öngöremedik” dedi.
Napolyon’un tarihi başarısı, paralı asker yerine zorunlu askerlikle oluşturulmuş bir orduya sahip olmasıydı. Ulusal devletler çağı, ulusal ordular çağı başlamış oldu. Afganistan ne yazık ki uluslaşma hedefini gerçekleştiremedi geçen yüzyılda. Afgan kimliği bir üst kimlik, bir ulus kimliği olamadı. İnsanlar hâlâ kendini Peştun diye, Tacik diye, Özbek diye, Hazara diye isimlendiriyor… Bu nedenle “vatan” yerine, “bölge” var; vatanın savunması değil, kendi bölgesinin savunması var. Uluslaşamamış bir toplumda ulusal ordu kurulamıyor haliyle; aslında tersi daha doğrudur, ulusal ordu kurabildiğiniz ölçüde uluslaşabilirsiniz. Emperyalist ABD’nin kurduğu ordu bu nedenle hızla dağıldı. Ortada bir ulusal ordu yok çünkü, kukla hükümetin maaşını ödediği askerler var. O askerler, tablo değiştiğinde dağılıyor ve “vatan” yerine, kendi kavminin bölgesini; ulus yerine kendi kavmini, hatta sadece kendi ailesini düşünüyor…
TÜRKİYE, YENİ DÜNYADA YERİNİ ALABİLMELİ
– Önümüzdeki dönemle ilgili bir öngörünüz var mı? Tüm bu NATO 2030 planları… Afganistan’daki durum… Bize ne olacağını söylüyor?
Yeni bir dünya kuruluyor. Amerikan rüyası bitti, Neo-Conların “21. yüzyılı Amerikan yüzyılı” yapma hedefi ortadan kalktı. Uygarlığın lokomotifi adım adım Batı’dan Doğu’ya geçiyor. 500 yılın ardından bir büyük değişim başlıyor. Kuşkusuz her değişim, hele de büyük değişimler sancılı olur. Bu büyük değişimleri anlayabilmenin ölçütlerinden biri ticaret yollarıdır. Eskiden de böyleydi. İşte Pers uygarlığının öne çıktığı çağda ünlü Kral Yolu, yine Doğu’nun uygarlığa liderlik ettiği çağda İpek Yolu, Roma’nın uygarlığa liderlik ettiği çağda Akdeniz ticareti, Avrupa’nın uygarlığa liderlik ettiği çağda sömürgeleri birbirine bağlayan ticaret yolları, ABD’nin uygarlığa liderlik etmeye başlamasıyla da Amerika ile Avrupa arasındaki Atlantik’in en büyük ticaret yolu olması… Şimdi tablo değişiyor. İnternette kolayca gemi ticaretini uydu marifetiyle anlık gösteren sitelere baktığınızda göreceğiniz şudur: Asya-Pasifik, ticaret gemilerinin yoğunlaştığı bölgedir. İşte bu nedenle şimdi Modern İpek Yolu denilebilecek Doğu Asya’yı Avrupa ve Afrika’ya bağlayan Kuşak ve Yol İnisiyatifi çok önem kazanmıştır.
– Türkiye’nin yapacağı en büyük hata ne olur? O hatayı yapmaya ne kadar yakın?
Türkiye, dünyanın bu büyük gelişimini görerek konumlanmalı; yeni bir dünya kurulurken orada yerini alabilmeli. Atlantik’e çapalı, NATO stratejilerine eklemli bir Türkiye yerine, ekonomik ve siyaseten tam bağımsız bir ülke olarak, yeni dünyada yer almalı…