Bir sevdiğimiz öldüğünde “mekânı cennet olsun”, “ışıklar içinde uyusun” gibi klişe deyişlerle kendimizi avuturuz. Zamanın içinde olmak ya da …
Bir sevdiğimiz öldüğünde “mekânı cennet olsun”, “ışıklar içinde uyusun” gibi klişe deyişlerle kendimizi avuturuz. Zamanın içinde olmak ya da olmamak hepsi bu. Artık olmayan sevdiğimiz zamanın gerisinde kalmıştır ya da geçmişteki yaşamda. Ferhan da zamansız gidişiyle 2021’in ağustos ayında kaldı. Sonrası yok ama öncesi var, ben yaşadığım sürece de olacak. Zamanın içinde kalabildiğim sürece zamanın gerisinde kalan arkadaşlarımı sevgiyle anacağım. Yakında Heyamola yayınlarında yeni baskısı çıkacak olan Ayaspaşa kitabımdan Ferhan’la yollarımızın kesiştiği bir dönemi paylaşıyorum.
12 Eylül 1980’den bir kaç ay önce Ayaspaşa… Teşvikiye Topağacı’ndaki evimden Göknil Apartmanı’nda eskiden müzik odası olarak kullandığımız tek odalı bahçeli eve taşınıyorum. Kırk metre karelik küçücük bir yer. Ama yalnız yaşadığım için bana şimdilik yeter.
Geçmişe küçük bir yolculuk
Ellili yıllarda Ayaspaşa bahçeleriyle, sokaklarıyla uçsuz bucaksız bir mahalleydi… Altmışlı, yetmişli yılların Ayaspaşa’sı giderek daralmaya başladı, yıkılan evlerin yerine yükselen beton yığınları… Mahalledeki dönüşüm toplumsal ve politik dönüşümle koşut olarak gelişti sanki. Yeni apartmanlar, yeni insanlar, yeni yaşam biçimleri…
Yeni dostluklar… Tam bitişiğimde Zeliha Berksoy ve Ferhan Şensoy… Kapıları ayrı da olsa, aynı katta yaşıyoruz. Bahçeli dairenin üçte biri bana, üçte ikisi onlara ait…
Zeliha hiç de sıradan olmayan güzelliği ve sevimliliği ile tiyatro yaşamının da belki de doruğunda. Ferhan’ın tiyatrosu Ortaoyuncular’da, sonraki yıllarda gene Dostlar’da oynuyor. Zeliha’ya ve dünyanın sevimlisi yaramaz oğlu Oğul’a bayılıyorum. Zeliha da benim gibi bir kaç yıl Berlin’de kalmış. Berlin’deki Schiller Tiyatrosu’nu, Brecht’in Tiyatrosu Berliner Ensemble’ı, Peter Stein’ın ünlü tiyatrosu Schaubühne’yi, Berlin’deki cıvıl cıvıl tiyatro yaşamını o da yaşamış. Ortak tanıdıklar, arkadaşlar, mekânlar… Paylaşılan şeyler o kadar çok ki!
Ferhan’ın baş düşmanı Mehmet efendi
Ferhan Şensoy ise tanıdığım en komik insan. Baş düşmanı da apartman görevlimiz Mehmet efendi. Ferhan günde en az on kez kapıcı ziline basıyor. Amacı olur olmaz zile basıp hızlı bir antrenman yöntemiyle Mehmet efendiyi yola getirmek.
Anılarını yazdığı “Güldeste”de Mehmet efendi ailesiyle ilişkisini şöyle anlatıyor Ferhan Şensoy “La boheme operası Avrupa’nın en kamil seslerinden, plak olmuş hanemnize nüfus etmiş, kapıcıyı taciz ediyor, Mehmet efendi la boheme sevmiyor, polis radyosu dinliyor, benim uyumaya domuzlandığım günışır saatlerinde, Mehmet efendi, karım, ben, mehmet efendinin tapulu karısı ki ismi gaybana’dır, mehmet efendi öyle diyor hep birlikte karşılıyoruz ayaspaşa’da faturalı baharı…”(s. 283)
O dönemden komik bir anı: Mehmet efendinin kedi sesli başörtülü karısı bir yaz sabahı bahçede dolaşıp konu komşuyu dikizlerken, bahçenin avanak kedisi Uykusuz ve çocukları Kaktüsseven ve Duvardipçi’ye yemek vermekle meşgul olan Ferhan’a yakalanınca, öyle bir yaygara koparıyor ki bütün apartman ayaklanıyor… Mehmet efendinin karısının boğazlanır gibi bağırmasının nedeni Ferhan’ın kendi evinin önündeki merdiven altı taşlığında don gömlek dolaşması, Ferhan’ın bağırmasının nedeni de gözetlenmekten hiç mi hiç hoşlanmaması…
Mehmet efendinin araya girip karısının namusunu kurtarmak adına Ferhan’ın üstüne yürümesiyle işler iyice kızışıyor. Son dakikada o dönemde apartman yöneticisi olan annem yukarı kattan bir hızır gibi imdada yetişip ortalığı yatıştırıyor. Bir süre sonra Mehmet efendi ailesiyle çekip gidince, apartmanda herkes şöyle rahat bir soluk alıyor. Oh ne güzelmiş Mehmet efendisiz yaşam!
Ferhan’ı görünce çıldıran kadınlar
Ferhan’ın eril ve seksist bakışı ise benim için gerçekten şaşırtıcı. Çevremde böyle birini hiç görmedim şimdiye kadar. Bel altı esprileri, küfürleri gırla gidiyor. Ferhan’ı gördüklerinde anda akılları başından giden kadınlar ellerinde külotları bizim yakışıklının peşine düşüyorlarmış. Doğrusu çok sevimli ve komik olmasa, ona dayanmak her “ana yiğidin” harcı olmasa gerek. Ben de ‘gülme’ ile ve ‘ben şimdi neye güldüm?’ duygusu arasında gidip geliyorum. Kimi kez onun kadınlarla ilgili esprilerini sözgelimi “kötü kadınlarını”, “ kötü erkeklere” çevirerek söz oyunları yapıyorum, ama olmuyor. Sanırım gülme büyük oranda aynı dünya görüşünü paylaşabilmeye bağlı. Ama şu da bir gerçek ki o dönemde bol bol dalga geçmeye, şakalaşmaya, gülmeye, kısaca dünyaya gülen gözlerle bakmaya da belki de her zamandan çok gereksinimiz var…Ferhan sahnede de seksist esprileriyle ortalığı yakıp yıkıyor ama onun içinde bambaşka bir cevher de var, usta bir mizahçının olayları gören ve deşen keskin gözlemciliği. İşte bu yanına bayılıyorum.
Emredersiniz komutanım
En komiği Ferhan’ın o dönemde yaptığı askerlik. Görevi askerler için eğlence akşamları düzenlemek. Arada bir telefon edip “Emredersiniz komutanım. Tabii. Derhal. Ne demek! Emrinizdir ” gibi sözlerle adamları Sezen Aksu’lu bir geceyi düzenleyebilmek için haftalarca oyalıyor… Bu arada da atom karınca gibi çalışıyor. Zeliha’nın baş rolü oynadığı Brecht’den uyarladığı “Ana’nın yedi Günahı” bu dönemde ortaya çıkıyor. Ferhan’a gıpta etmemem imkansız. Keşke ben de onun gibi olabilsem ve tepeden inme konutlarla tam bir kışlaya dönen üniversite yönetiminin böylesine kolaylıkla ağzından girip burnundan çıkabilsem.
Ayaspaşa bizim sığınamızdı
Akşamları benim ya da Zeliha’yla Ferhan’ın evinde siyah beyaz televizyonumuzdan haberleri izleyip laflıyoruz… Yazları birlikte bahçe partileri veriyoruz. Kış aylarında en büyük eğlencemiz tarçınlı, karanfilli sıcak şarap yapıp bol bol sohbet etmek… Karşımızdaki bahçeli kata bahçe dairesine Melek Ulagay Taylan ve ressam Orhan Taylan bebekleri Ferhat’la taşınıyorlar. Yukarı kata Ankara’da opera şarkıcısı Yekta Kara geliyor. Ali Taygun’la arkadaş. Sonraki yıllarda evlenecekler ve burada oğulları Haydarcan doğacak.
12 Eylül öncesi ve sonrası yaşanılan şiddet dolu ortamdan Ayaspaşa’ya sığınmak insanı öyle rahatlatıyor ki! Sohbet, bahçe partileri, politik konuşmalar, tartışmalar, dertleşmeler, tiyatro, paylaşılan güzel ya da acı anlar…
Sonraki yıllarda Cumhuriyette yazacak ve Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivalini yönetecek olan Dikmen Gürün ve eşi Alev’le tanışıyorum. Kocaman kara gözlü oğulları Halil ele avuca sığmaz minicik bir şey. Her zaman çok ağır başlı olan Dikmen’le ileriki yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde kuracağım Dramaturgi ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümünde yollarımızın buluşacağını henüz bilmiyorum. Sabahattin Ali’nin kızı müzisyen Filiz Ali Zeliha’nın en yakın arkadaşı… Dünyanın tatlısı bebekleri Şirvan’la birlikte tiyatrocu ve folklorcu Mehmet Akan ve eşi Alevle de sık sık buluşuluyor Ayaspaşa’da. Doksanlı yıllarda Marmara Pastanesi’nde bombalı bir saldırıyla öldürülecek olan sevgili Onat Kutlar, üniversiteden arkadaşım tiyatro eleştirmeni Hasan Anamur, gazeteci Hasan Cemal, piyanist Ayşe Karabece, Ülkü ve Emel Tamer, Ferhan’ın tiyatrocu arkadaşları Tarık Pabuççuoğlu, Rasim Öztekin ve adını anımsayamadığım daha bir çok tiyatrocu ve yazar Ayaspaşa’daki Göknil Apartmanı’na gelip gidenler arasında. Ayaspaşa’da Camii Sokağı’nda yaşayan Ülkü Tamer “Sanat Olayı” diye bir sanat ve kültür dergisi çıkartıyor o yıllarda. Ben de ilk tiyatro eleştiri yazılarımı bu dergide çıkartıyorum.
Nefrin Tokyay- Rasim Öztekin- Ferhan Şensoy- Zehra İpşiroğlu
Ayaspaşa’daki bahçemizde Zeliha ile Ferhan’ın ya da benim evimde sık sık toplanılıyor.
Sevgili dostum Genco Erkal 12 Eylülden kısa bir süre sonra esen terör rüzgârına karşı Bertolt Brecht’in “Galile”yi sahneliyor… Baskılı dönemlerde nasıl davranılmalı, doğru açık açık söylenmeli mi, yoksa susulmalı mı? Güçlüklere karşı ödün vermeden göğüs germeye mi çalışılmalı, yoksa pasif bir direnişe mi geçmeli? Genco’nun Galile yorumu düşünce özgürlüğün bir türlü kök salamadığı bir ortamın gündemine öyle güzel oturuyor ki!“Galile”yi tartışıyoruz Ayaspaşa’daki evimizde. Baskılı dönemlerde aydının konumu ne olmalıdır, o dönemi yaşayan herkesin, benim de bir yakamı bir an bile bırakmayan bir konu…
12 Eylül sonrasında bir buldozer gibi üzerimizden geçen Yök’ün başlattığı yıkım…
Çıkarcılık, korkaklık, gergedanlaşma…
Ayaspaşa iç dökme yeri… Tartışma, konuşma, dertleşme…
Ayaspaşa’da filizlenen dostluklardan kiminin zamanla kuruyucağını, kiminin de yıllar içinde giderek yeşerip gelişeceğini daha bilmiyorum.
Şimdilik Ayaspaşa sadece benzer düşünceleri olan ve duyguları yaşayan ve çok şeyi paylaşan genç insanların bir araya geldikleri bir sığınak..
Gündeste’de o günleri şöyle dile getiriyor Ferhan:”Evde tek bir masamız var, her akşam bir kalabalık muhabbet masanın başı, kâğıt kalem yayamadık bu masaya günler var, madem bir evim var tek masalı, mantık ipucu toplar ayrıntılar bahçesinden, tartışılmaya başlanan sevginin yorum bağında ve varsayımlar arasında duvardan duvara çarpan yaralı bereli sevgimiz, bir kahve kabaredir evimiz… (s. 261)”
Savulun Ulan Kediler İstanbul’u Satıyorum
Üniversiteden kendi isteğiyle erken emekli olan ve bütün gücünü araştırmalarına veren babam (Mazhar Şevket İpşiroğlu), bana bu boğucu ortamda dişimi sıkmamı söylese de çok düşünceli ve hüzünlü… Tarih sanki hep bir yineleme… Babama oranla benim tek şansım çoluk çocuğumun olmaması.
“Mehter takımı gibiyiz” diyor babam.”Bir adım ileri iki adım geri… Olduğumuz yerde sayıp duruyoruz”…
Ferhan hastalandığında babam çok üzülüp, benimle hastaneye geliyor. Tiyatroya gitmekten pek hoşlanmadığı halde annemle Ferhan’ın hiçbir oyununu kaçırmıyorlar.
Babamın ölümünden sonra Ferhan yazdığı “Savulun Lan Kediler İstanbul’u Satıyorum” oyunun babama borçlu olduğunu yazıyor ”Dokuzyüzseksendört haziranı Ankara turnesinden dönülmüs Marmaris üzerinden “Şahları da vururlar son oyun kediler gene azmışlar Ayazpaşa’da kırk günlük yokluğumu fırsat bilip yerleşmişler bahçeye Mazhar Sevket Bey’le karşılaştık Hilmi bakkalın önünde, gözlüğünün ardında alaylı beyefendi gözleri tiyatromuzun devletten yardım alıp almadığını sordu gene muaf tutulduk devletin yardımından dedim Enka’nın yarışmasına girsene bir oyunla dedi hiç yarışma sevmem tiyatro bir atletizm değil ki ölçü ne olacak, elmayla armut kaç eder? Mazhar Şevket İpsiroğlu peygamber elleriyle sıvazladı sırtımı yarışmayı kazanırsan bir oyun kazanmış olursun dedi Mazhar Bey’in dürtüsüyle bir top kâğıt alıp bakkal Hilmi’den geri dönüyorum eve, Beyoğluna içmelere gidecekken atıyorum daktiloyu bahçeye savulun lan kediler, Istanbul’u satıyorum! Bu oyunu Mazhar Şevket İpşiroğlu’na borçluyum. (Ferhan Şensoy-Küçük Sahne, 22 Ocak 1988)
Ayaspaşa’da yaşam sürüp gidiyor…
Yaşamın tiyatroya dönüştürülmesi
Ferhan yaşadığımız toplumda otoriteyi ve şiddeti nasıl içselleştirdiğimizi göstermek için Beyoğlu’nda ilginç bir deney yapıyor. Ünlü Alman kabaretisti Karl Valentin’in metinlerinden uyarladığı”İçinden Tramvay Geçen Şarkı” oyunu bağlamında uyduruk üniforma giymiş bazı oyuncular Beyoğlu’nda gelip geçenlerin yollarını kesip otoriter bir tavırla kimlik soruyorlar. Herkes paşa paşa kimliklerini çıkartıp gösteriyor, hiç kimse “Bu üstünüzdeki üniforma da nedir, siz kimsiniz?” diye sormuyor. Bu olaya hem şaşırıyor, hem de gülüyoruz, ama aslında üniversitede yaşadıklarım da bu gösterideki olaylardan daha absürd ve gülünç değil… Yaşam çok acımasız bir absürt tiyatro oyununa dönüşmüş gibi…Ferhan ileri ki yıllar da yaşamı yaratıcı bir malzemeye dönüştürerek “Güle Güle Godot”, “Bir Kurşunluk Opera”, “Ferhangi Şeyler” gibi birbirinden güzel oyunlar yazacak.
Ferhan’ın seksenli yıllarda yazdığı “Muzır Müzikal”ise giderek yükselen dincilikle dalga geçen bir oyun olarak muhafazakâr kesimin yoğun bir tepkisiyle karşılaşıyor. Oyunun sahnelendiği Taksim’deki Şan Tiyatrosu’nun şüpheli bir biçimde yanması hepimizi dehşete düşürüyor. Şiddet artık çok yakınımızda, nerdeyse burnumuzun dibinde….