Thomas Savage’ın aynı adlı 1967 tarihli romanından hareketle çekilen ve ülkemizde 1 Aralık itibariyle Netflix üzerinden izleyiciyle buluşan “The Power of the Dog” 1920’li yılların Montana’sında alabildiğine eril bir dünyanın ortasında geçen bir hikayeyi anlatıyor. Eril dediğime bakmayın, Jane Campion bu dünyayı bir yandan da homo-erotik çağrışımları bir hayli kuvvetli bir bakış açısıyla koyuyor önümüze.
Açıkçası okumadığım için bu yaklaşım romanın satırlarında ne kadar belirgindi bilemiyorum ama filmin baş karakterlerinden Phil Burbank’in kişiliğinde su katılmamış bir mizojenisti canlandıran Benedict Cumberbatch hiç şüphesiz gençliğinde aşık olduğu ve 20 küsur yıl önce öldüğünden beri de idolleştirdiği Bronco Henry’ye duyduğu yoğun özlemi yansıttığı sahnelerde bu homo-erotik çağrışımları billurlaştırıyor.
Yeni Zelandalı sinemacı Jane Campion 1993 tarihli filmi “The Piano” ile uluslararası şöhrete kavuştuğundan bu yana topu topu 5 film çekse de (TV için de “Top of the Lake” ve Top of the Lake: China Girl” adlı iki dizisi var bu arada) sinema camiasının her daim büyük saygınlıkla baktığı ve her yeni filmini merakla beklediği bir isim. 2009 tarihli “Bright Star”dan bu yana ilk filmi olan “The Power of the Dog” ile bir kez daha bir dönem filmine (çektiği filmlerin yarısı dönem filmi neredeyse ve ilginçtir en çok ses getirenler de yine bu yapımlar) imza atan usta yönetmen kariyerinin yeni bir zirvesine çıktığı bu son filmiyle insan ruhunun karanlık yanlarına dair bir hikaye anlatıyor. Burbank Çiftliği’ni idare eden iki erkek kardeş arasındaki gergin ilişkinin kardeşlerden birinin evlenmesiyle iyiden iyiye toksik bir hal aldığı film özellikle 3 karakterin (Phil Burbank, kardeşi George’un evlendiği Rose ve onun oğlu Pete) etrafında şekillenen dramatik iskeletini beklenmedik bir finalle tamamlarken izleyiciyi de rahatlamayla tedirginlik arasındaki o tuhaf dengede bırakarak kapanıyor. Bu arada, hem hikayede bir kırılma yaratan hem de atmosfer kurmakta çok güçlü bir katkı sunan Johnny Greenwood’un müzikleri filmin belki de en önemli unusurlarından biri olarak öne çıkıyor, onu da mutlaka belirtmek gerek kanımca.
“The Power of the Dog” bir yanıyla elbette bir western (ata binmek, sığır gütmek, sığırların derisini yüzmek, eyer kuşanmak, urgan örmek, yerlilerle takas yapmak gibi bu dünyaya dair tüm klişeler mevcut filmde) ama klasik westernlerde karşımıza çıkan mitik unsurlar yerini daha gerçekçi bir tasvire bırakırken Gotik bir westernde karşımıza çıkabilecek temalar (delilik, suçluluk vb) ve insani ilişkiler üzerinden daha büyük bir resim çizilmiş.
Resim demişken, filmin son derece etkileyici bir sinematografisi olduğunu (görüntü yönetmeni Ari Wegner’i anmak lazım) ve Campion’ın açık kapı ve pencereler arkasından çektiği sahnelerdeki çerçevelerin büyüleyici derecede güzel olduğunu teslim edelim. Hikayenin insani ilişkilere dair cümleleri ise (fazla da detaya girmemeye çalışarak) Phil’in etrafındakilere yaşattığı terör duygusunun sürüklediği dinamikler çerçevesinde belirginleşiyor ve onun özellikle Rose’u hedef aldığı nefreti ile farklı bir kanalda ilerlemeye başlayan öykü en nihayetinde kötünün cezalandırıldığı bir mesele dönüşüyor.
Tahminimce bu yıl Oscar adaylıklarında görmezden gelinemeyecek bir film “The Power of the Dog” ve hem Campion hem de Cumberbatch (hatta belki Rose rolündeki Kirsten Dunst) öne çıkacak isimler olabilir kendi dallarında.
FİLMİN NOTU: 8/10