Haluk Akakçe Bilkent Üniversitesi İç Mimarlık mezunu. ABD The School of the Art Institute of Chicago’dan da master derecesi var. Hatta Erasmus’la …
Haluk Akakçe Bilkent Üniversitesi İç Mimarlık mezunu. ABD The School of the Art Institute of Chicago’dan da master derecesi var. Hatta Erasmus’la gittiği Londra’daki Royal College of Art’ta da bir yıl kalıp Chicago’ya dönmüş başka bir MFA derecesiyle. Her gittiği eğitim kurumundan birincilikle mezun olan bir sanatçıdan bahsediyoruz. Siz onun öyle tiyatro kostümleriyle, kafasında Phillip Treacy tasarımı tuhaf şapkalarıyla iki köpeği Salt ve Pepper’i dolaştırırken verdiği görüntülere bakmayın. Parlak zekâ bir sanatçı. Bodrum’un gözde bahçe-kitapçı-kafe-barlarından Zai’de yeni sergi açtı. Uçuk pembe, kayısı renkler, gözleri bir aşağı bir yukarı bakan portreler, üzerlerine Akakçe’nin hayat felsefesinden karalamalar sıkıştırılmış kocaman tablolar. İki kat dolusu. Huylu huyundan vazgeçmez, sergi açıldıktan bir saat sonra, boyası kurumamış, galeriye koşa koşa yetiştirilen tuvaller. Serginin başlığı “You’re Not Alone – Yalnız Değilsin”…
Serfiraz Ergun ve Haluk Akakçe
– ‘Yalnız Değilsin’ diyerek kendine mi telkinde bulunuyorsun yoksa izleyiciye moral mi veriyorsun?
Son 7-8 ayda ürettiğim işler bunlar. Çok büyük değişimlerin yaşandığı bir zamandayız. Pandemi, sosyal medya, internet… Bu, elbette insanları yalnız olmaya itti. İletişim tamamıyla sosyal medya üzerinden oldu. Eski mahalle, aile birlikteliklerimiz iyice küçüldü. Ben ‘Yalnız Değilsin’ derken içimizde sahip olduğumuz zengin evrene de gönderme yapıyorum. Kendimize şans verip bu iç dünyamızı ortaya çıkarmamız, desteklememizi öneriyorum. Zaten eskiden beri değişim temasının da peşindeyim. Bu sergide soyut ve figüratif işlerim var, hepsi akıcı çizgiler, değişen siluetler, kafa yapıları, gözleri, bedenleri başkalaşan figürler. Mimari eğitimimden olsa gerek, bu figürler çerçevenin arkasına geçtiklerinde bazen renk ile bazen figürün ağırlığı ile birbirlerine baskın çıkıyorlar. Post pandemi dönemi diyebiliriz belki. Normalimize, özgürlüğümüze yaklaştık diye düşünmek istiyorum. Gittikçe ümidin arttığı bir dönem olsun istiyorum. Tam artık pandeminin sonuna yaklaştık diye düşünürken “Let’s Party” (partileyelim) diye bir resim yaptım. Arkasından orman yangınları çıktı. Bunu nasıl açıklarsın izleyiciye? Onlar yaparken senin içinde dolaştığın döngüyü nasıl bilsinler? Yani bu resimler iyi günde de, kötü günde de yapıldı.
TEMA’YA BAĞIŞ
Akakçe, Zai’deki sergide satılan bir resmin gelirini TEMA Vakfı’na bağışladı.
– Sanat yaşamının ilk yıllarında, yani okullar bittikten sonra ilk işlerin hep lineer çizgilerleydi. Giderek döngülerle çizilmiş figürler, muziplik, coşkulu renkler tuvallerine girdi.
Evet, karikatür de girdi işin içine. Çizim benim için başlı başına kutsaldır. Tuvale başlamadan önce kağıt üzerinde desenler yapıyordum. Bunlara aslında resim değil de bir fikri oraya aktarmak için yapılmış çizimler diyelim. Ondan sonra görsellik ve üç boyutluluk videolarıma taştı. Sonra kendi içime döndüğüm bir dönem oldu. Yakın bir arkadaşımı kaybetmiştim. Üzüntüme yenik düşüp alkole sarıldığım ve onunla baş etmeye çalıştığım bir dönemdi bu. Sosyal hayatıma son verdim. Video, prodüksiyon diğer insanlarla beni iletişime soktuğundan ondan da elimi çektim. Tamamen kendi içime döndüm. Kendi dünyamda özgün işler yaratayım diye kapandım. Çünkü daha önceki resimlerim mimariden kaynaklanarak daha grafik, daha kontrollü işlerdi. Serbest el hareketlerine geçtiğimde çok farklı bir dönem yaşadım. İlham ve vahiyle gelen, sadece kol hareketiyle, sonucun ne çıkacağının hesabını yapmadan doğaçlama yapmaya başladım. Formlar, figürler, objeler, hayvanlar yavaş yavaş tuvale girmeye başladılar. Kendime bir toplum yaratmaya başladım. Kendime ait bir görsel dünya ve saga yarattım. Görsel alfabem oluşmuştu. Gözler saat gibi dönmeye başladı, organları yerlerinde tutarak boyutlarını büyütüp küçültüp zamandan ve mesafeden karakterlerimi kurtarmaya çalıştım.
‘BAMBAŞKA BİR KİŞİLİK YARATTIM KENDİME’
– Kendi içine döndüğün yıllarda ne yaptın?
Çevremi değiştirdim, yeni arkadaşlar edindim. Bambaşka bir kişilik yarattım kendime. Sanat çevresinden de kimseyle görüşmüyordum. Sergi açmadım, değişik inanç sistemlerini okuyordum.
– Senin bebe pembelerin, kayısı renklerin, sarıların benim ruhumu hafifletiyor. Senin de renkler ruh durumuna göre değişiyor mu?
Tabii ki. Siyah-beyazlar mesela hayal ile mantığın birleştiği resimlerim. Pembeler, uçuk renkler, çocuksu ruh halimdekiler. O renklerle birlikte kendimi bir konfor alanında hissediyorum. Battaniyeye sararlar, özel kokusu vardır, o seni ürkütmez. Eskiden ayı resimlerim vardı, bana “Winnie the Pooh” derlerdi. Sonra “aa Teddy” demeye başladılar. “Yumoş yumoş ne tatlı” derlerdi. Hatta sen “lokum gibi” derdin. Ben de bir süre imza olarak ayıcık çizmeye devam ettim. Bizden beklenen Şirin Neşad gibi daha doğuya ait, daha politik işlerdi. Benim hiç öyle şeylerim olmadı. Sonuçta oyuncak ayı da ırk, millet, dil, din olmaksızın çocukluğa mal olan ortak bir dil. Yalnız olmamak için sarıldığın bir obje.
– Yalnızlıkla ilgili bir derdin var, sergi başlığı da öyle.
Var. Yalnızlıkla yaşamayı öğrendim ve sevdim. Kendimi inzivaya çekmeyi severim. Kendi seçtiğim biçimde dünyaya bağlanmayı tercih ederim.
– Oysa senin dış görünüşünden partilemeye her an hazır olduğun duygusu alınıyor.
O da var. Ben gri alan pek bilmem.
– Resimlerin üzerindeki karalamalar?
Kendi tecrübelerimi başkalarıyla paylaşmak istiyorum. Karşıdaki resmin üzerinde mesela “I learned to be patient” yazıyor (sabırlı olmayı öğrendim). Bir şeye ne kadar inandığını söylesen de belki derinlerde sorguladığında bir tereddüt oluyor.
– İşleri eşzamanlı yapmayı seviyorsun. 2-3 tuvali birden kurup hepsinin üzerinde aynı anda çalışıyorsun.
Birinde sıkıldığım zaman çözümü diğerinde arıyorum. Sıkıştığım bir yer olursa bambaşka bir açıdan yaklaşmaya çalışıyorum. Bir de aynı dönemin işleri bir aile gibi oluyor, onları öyle görmeyi de seviyorum.
GECELERİ ÇALIŞIYOR…
– Bu sergide hiç video, heykel yok.
Çünkü atölyeden çıkmamı gerektirecek demir atölyesine, sesçiye, montajcıya, miksajcıya gitmeyi, onlarla uğraşmayı bu dönem tercih etmedim.
Haluk Akakçe yalnız ve sakin ortamda çalışmak uğruna geceleri çalışıyor, gündüzleri uyuyor. Ancak müziksiz çalışamıyor.
Hem Doğu müziği, hem çoksesli müzik, klasik, opera benim için çok önemli. Devam eden akıcı çizgiler kullanıyorsam ya akıcı vokaller ya da viyolonsel olmalı. Kendimi ona bırakıp sesleri takip ediyorum. Piyano beni kısa çizgilerle yaptığım işlerde alıp götürüyor.
– Müzik dedin de Aleyna Tilki’ye bir resmini hediye etmişsin, o da sana bir beste yapacakmış. Geldi mi?
Daha doğrusu benden resim almak istedi ben de değiş tokuş yapalım dedim. Ben resmi verdim, O üzerinde çalıştığını söyledi ben de sabırla bekliyorum.
Haluk Akakçe’nin ağabeyi Murat Akakçe, Haluk’un küçükken çok yaramaz, muzip ve hep resim yapan bir çocuk olduğunu söylüyor.
– 2006 yılında Las Vegas’ın sokaklarında 4-5 bloku kaplayan “Sky is the Limit” başlıklı bir ses ve video yerleştirmesi yaptın ve uluslararası üne onunla kavuştun.
Doğru. Ondan sonra çok daha büyük projeler için davetler aldım. Ondan önce de biliniyordum ama daha küçük, uluslararası bir çevrede. ABD ve İngiltere’de Türkiye’den daha çok tanınıyordum. Ondan sonra Louis Vuitton gibi büyük ölçekli ve prestijli işler almaya başladım.
– Ben de seninle 2007’de Paris’te hani şu zengin Japon turistlerin otobüslerle gelip mağazayı boşalttığı, günde 10 bin kişinin ziyaret ettiği Louis Vuitton Champs Elysee Maison’da tanışmıştım ilk kez. Senin işin “Moving Through the Looking Glass” vitrinden başlayarak, merdivenleri tırmanıp üst kattaki özel yemek salonuna kadar uzanıyordu. Çok özel bir geceydi.
LV’un sahibi Bernard Arnault benim koleksiyonerimdi. Merdivenlerden yukarı çıkarken aksi istikamette gittikçe hızlanan, dökülen logolar, görüntüler akıyordu. Siz duran bir tren içinde olsanız yanınızdan hızla giden bir tren geçse siz kendinizinki gidiyor zannedersiniz ya, zamanın aslında insanı yanılsatacak bir kavram olduğunu göstermek istedim.
‘RESİMLERİ BİTİRİRSEM SONUNA GELMİŞ OLACAĞIM…’
Haluk Akakçe’nin işleri İstanbul ve San Paulo bienallerinde, New York’taki New Museum of Contemporary Art’ta, Minesota Walke Art Center’da, Berlin KunstWerke’de ve birçok uluslararası solo veya karma sergilerde ve tabii Türkiye’de gösterildi. Uzun süre New York-İstanbul arasında gitti geldi.
– Benim seni tanıdığım kadar, son dakikacısın. Şimdi Bodrum’daki atölyende oturuyoruz seninle, karşımdaki duvarda bitmemiş bir resmin var. Zai’deki serginde de sergi açılalı bir saat olmuş, çocuklar koştura koştura senin tuvallerinden birini getirip üst kata astılar. Hele New York’da aradan beş yıl geçtikten sonra 2015’te, Richard Taittinger Galeri’de dev bir sergi açacaksın, karlı bir gün olmasına rağmen açılışa konuklar gelmiş kapıda sabırsızlıkla bekliyorlar, görevliler senin son dakikada yetiştirdiğin tabloları ellerindeki saç kurutma makinesiyle kurutmaya çalışıyorlar. Nedir bu adrenalin mi, bu kadar iyi bir öğrencinin disiplini mi yok?
O resimleri bitirirsem bir şeyin de sonuna gelmiş olacağım diye düşünüyorum. Hem de mükemmeliyetçilikten oluyor o.
‘KÜTÜPHANE KURDURDUM’
– Gittiğin her okulda son derece başarılıydın. Koca koca okulları hep birincilikle bitirdin. Bu kadar da olur mu? İhtiras mıydı bu?
Bende bilgiye karşı hep büyük bir açlık vardır. Kütüphane kurduydum. Kütüphanelerden kendimin ve hatta arkadaşlarımın kartlarından alabildiğim kadar kitap alırdım. Bazen de çok okumak istediğim bir kitabı raftan alır mesela yemek kitapları arasına saklardım ki kimse bulamasın ben birkaç gün sonra gidip alabilirim diye. Bu kitaplar mimari de olabilir, inanç sistemleri de optik de. Her şeyi merak ederim.
– Beğendiğin sanatçıların sergilerini gezer misin?
Çok beğendiğim sanatçı yok, uzun zamandır gezmiyorum, sanat da ilgimi çekmiyor açıkçası. Ben o lisanla konuştuğum için oksijen gibi bir şey, mecburen görüyorum. Tembelim. Dizi seyrediyorum. Yerli yabancı. Dizilerdekiler, sorunlarıyla benim ailemmiş gibi geliyor. Londra, Paris, New York, Tokyo seyahat ederken online seyrediyorum.
Haluk Akakçe New York’taki evini kapatıyor. Hatta bugünlerde eşyaların Türkiye’ye gelmesini bekliyor.
– Neden kapatıyorsun?
21 sene New York’ta yaşadım. Buraya da annemin rahatsızlığından dolayı gelmiştim (Alzheimer), ayrılmak istemedim. Annemle biz yakın arkadaştık. Hep uzak ve geri kaldım, yetişemedim duygusu içindeydim. Beş sene gelmemiştim Türkiye’ye. Annemin hastalığını öğrendim, doktor kalmamın çok önemli olduğunu söyledi. Hafıza gidiyor, geçmişi unutuyor. Her şeyi on sene öncesine dönüştürdük. Eski arkadaşlarını çağırdık hatırlaması için. Tekrar canlandığını, hayata bağlanma çabalarını gördük. Bir anlamda vefatı da güzeldi, çünkü vedalaşabildik. Huzur içinde, sevdikleri yanında, herkese son sözünü söyledi; “ben gidiyorum” dedi, ”anne, baba” dedi herhalde onları görüyordu. Gözlerini kapadığında gülümsüyordu. Benim hep endişelerim vardı, bana veya ağabeyime bir şey olursa annemle kim ilgilenir diye. Hep bizimle gurur duydu. Bana “inandığın yolda yürü” dedi hep. Artık İstanbul’a geleli üç sene oldu, yerleşmiş oldum bayağı.
– Bir sanatçının özgün olması çok önemli. Senin de özgün bir sanat dilin var.
Ben ciddi olmamaya çalışıyorum. O yüzden bir karikatür dili geliştirdim. Ciddi bir mesaj verse ya da bir olayı da sahnelese onu lunaparktaki aynalara bakıyormuş gibi canlandırmayı seviyorum. İzleyicinin yüzüne bir gülümseme koysun istiyorum.
SEVDİKLERİNE RESİM HEDİYE EDİYOR
Haluk Akakçe çok eli açık birisi. Sevdiklerine resim hediye etmekten çekinmez. Internette bir video seyretmiştim, bir Amerikalı arkadaşı, Akakçe’nin iyi bir fiyata resim sattığı bir gün tüm aldığı parayı gidip bir evsize verdiğini anlatıyordu.
– Kazandığın parayı ne yapıyorsun? Yatırımların var mı?
Yoo, işime yatırıyorum ya da paylaşıyorum. Benim eskiden bir korkum vardı. İhtiyacımdan fazlası olursa ölümüm yaklaştı diye korkardım. Her zaman ihtiyacım olsun ki tembelleşip şımarmadan o ihtiyacımı gidermeye doğru koşayım isterim.