Kurumun ilkelerine aykırı davranışlar için kurum içi çözümlerimiz vardır. Disiplin soruşturması açılır, uyarı verilir, öğrenci eğitim hakkından …
Fotoğraf: Vedat Arık
– Bir yazınızı okumuştum: “Benim üniversitem 150 seneyi aştı. Üniversite düşündüğümüz, ürettiğimiz, bilgi ve deneyim paylaştığımız bir insan yuvasıdır Mücevher gibi kıymeti bilinmelidir…” diyordunuz. Bugünün üniversitelerine baktığınızda bu tanıma ne kadar uyuyorlar?
“Kriz” kelimesi her yerde kullanılır oldu ama dünyada bir üniversite krizi var dersek, çok yanlış olacağını sanmıyorum. Dünya, bilgi üretme ve paylaşma konusunda üniversitenin varlığına yansıyan değişiklikler geçiriyor, çünkü hem teknoloji endişe verecek kadar muazzam imkânlar sunuyor hem de “kamu”, “sosyal devlet” gibi kavramlar ciddi krizde; her şey ekonomik rantabilite ile ölçülüyor. Şahsen, üniversite denen şeye, insanlığımızdan kaybetmeden medenileşmek için hep ihtiyacımız olacağını düşünüyorum. Türkiye’de de üniversite krizi var ama kanımca gelişmiş dünyadakinden farklı. Bugün Türkiye’deki üniversitelerin büyük sorunu hâlâ özerklik, hâlâ siyasi erkin tahakkümü.
– Geçmişte de böyle değil miydi?
1980’den sonra anormal olarak artmış olan baskı dozu, 2000’li yıllarda düzelme emareleri gösterse de son yıllarda yine iyice yükseldi. Bunda aşırı merkeziyetçi politikaların etkisi muhakkak, ama asıl mesele şu ki: Vasıflı, eğitimli gençlikten korkuluyor. Kendi gençliğimizden korkarak ilerlememize imkân var mı? Türkiye’deki üniversite krizinin bir diğer sebebi 1990’lardan sonra çok hızlı bir şekilde ve altyapısı düşünülmeden üniversiteler açılmış olması. Bu kadar çok üniversitenin açılması bir siyasi strateji olarak belki savunulabilinir ama bunu yaparken mevcut üniversitelerin kalitesini, geleneklerini korumak gerekiyordu. Hepsine birden tek bir elbise giydirmeye imkân yoktu. YÖK’ün yapmaya çalıştığı buydu. Bugün gelinen noktadaysa YÖK dönemini bile aştığımızı düşünüyorum. YÖK’ün sekretarya dışında bir yetkisi kalmadı. Şaka gibi ama neredeyse YÖK’ü arar hale geleceğiz. Koskoca Türkiye’nin yüzlerce üniversitesi tek bir odadan yönetilemez.
Prof. Dr. Betül Tanbay, öğrencileriyle açıkhavada ders yaparken.
– Boğaziçi Üniversitesi yeni akademik yıla da protestolarla başladı. Ders yapabiliyor musunuz?
Perşembe günü ilk dersimi yapmaya çalıştım. Türlü sorunlarla başladı. Bir kere genel bir sorun var: Pandemi. Alınan geçiş kararlarını, yüz yüzeye dönüş çabalarını son derece önemsiyorum. Öğrencilerin ve hocaların yüz yüze ders yapma arzularını paylaşıyorum. Öte yandan salgın hiçbir şekilde bitmedi. İstanbul’daki sayıları, verilen resmi sayılara güvenmediğim için İBB vefat sorgulama sitesinden takip ediyorum. Orada maalesef manzara hiç parlak değil. Mesela, ek ölümler geçen seneye kıyasla üç misli arttı. Böyle bir dönemde dersler yüz yüze başladı. Biz dört hoca olarak kitle dersi dediğimiz kalabalık ilk sınıf dersi veriyoruz, 1300’e yakın öğrencimiz var. Bizim okulun amfilerinin normal zamanlardaki kapasitesi 150 kişidir. Pandemi kısıtlamalarında 150 kişilik sınıflara en fazla 70 kişi almak gerekiyor, o bile tartışılır. Maalesef genel soruna bir de yerel sorun eklendi: Boğaziçi’ndeki gayri meşru idarenin yönetim becerisi olmadığı da meydana çıktı. Senato onayı almadan, son günde duyurulan bir değişiklikle 30 yıldır oturmuş olan programlarımızı altüst ettiler. Ettikleri gibi, mezunlarımızdan bağışlar alarak tamir ettirdiğimiz konferans ve konser salonlarımızı derslik gibi açtılar. Derslik olarak tasarlanmamış bu geniş mekânlarda bile uygun görülen kapasiteyi fena halde aştık. O yüzden dersimi dışarıda verdim ama önümüz kış. Nasıl devam edeceğimizi bilemiyorum.
– Bir yandan da eylemler sürüyor, tutuklamalar oluyor… Bu nasıl yansıyor?
Çok tatsız yansıyor. Ders dönemi, iki öğrencimizin cezaevine konmasıyla başladı. Hangi sıfatı kullanacağımı bilemeyecek kadar rahatsızım. Boğaziçi 150 yıllık bir üniversite, 50 yıldır kamu üniversitesiyiz. 30 küsur yıldır burada çalışıyorum. Kurumun ilkelerine aykırı davranışlar için kurum içi çözümlerimiz vardır. Disiplin soruşturması açılır, uyarı verilir, öğrenci eğitim hakkından olmasın diye çok büyük özen gösterilir. İç sistemimizde bugüne kadar bu tür konuları sorunsuzca çözdük diyebilirim. Gayri meşru rektöre karşı bir öğrencinin taşkın olan bu eylemi de -kamuya ait bir arabanın üzerine çıkmak haliyle savunacağım bir eylem biçimi değil- sorunsuzca hallolabilirdi. Ancak bir rektörün Emniyet güçlerine isim vererek kendi öğrencisini ihbar etmesini, ardından bu tutuma en üst mercilerden sahip çıkılmasını acıklı ve vahim buluyorum.
– Ancak Prof. Naci İnci, başka bir anlam yüklüyor bu eylemlere, daha büyük bir projenin parçası olduğunu söylüyor. Ne dersiniz?
Sistematik olarak yapılan bir şey var. Bir yandan muhalif olanların sayısı küçük gösterilmeye çalışılıyor, bir yandan da olaylar büyük projelere bağlanmaya çalışılıyor. Boğaziçi Üniversitesi son derece değişik kültür ve görüşlerin barındığı bir yerdir, iddia edildiği gibi ne olduğu belirsiz bir projenin parçası olması söz konusu olamaz.
– Siz polise gerek olmadan üniversitenin geleneğinde de olan oturmuş disiplin sistemiyle bunu içimizde çözerdik diyorsunuz. Rektör İnci de “Dekanlar neden ceza vermiyor” diye soruyor, bu sorunun sizde cevabı var mı?
Bu öğrenci hakkında okulda soruşturma açılmadı, Emniyet’e ihbar edildi. 17 bin öğrencimiz var, hepsi tek bir torba halinde görülemez, soruşturmalar da ayrı ayrı yapılır. “Öğrenci, üniversite idaresi, disiplin soruşturması” gibi oturmuş bir zincirimiz varken “gençlik, amir, başkan” zincirine dönüştürülmeye çalışılmasının korkunç bir sorumsuzluk olduğunu düşünüyorum. Büyük sorunlar böyle çıkıyor. Gençlik bu şekilde susturulamaz. Çok tehlikeli buluyorum ve karar verme pozisyonunda bulunanların bu kadar sorumsuz davranmasından çok endişe ediyorum. Öğrencilerime şunu söyledim: İnsan gençken büyüklerin daha akıllı olduklarını düşünür, böyle düşünmeyin. Çünkü gerektiğinde gençlerin çok daha akıllı, çok daha yaratıcı, çok daha olgun olduklarını düşünüyorum. Üstelik pandemi sebebiyle gençler daha çabuk olgunlaştı, o yaşta illa kendilerine sormadıkları soruları sormak zorunda kaldılar…
– Cumhurbaşkanı sizinle aynı fikirde değil ama. “Avrupa’da Amerika’da bu tiplerin hiçbirini bir gün bile üniversitede barındırmazlar” diyor.
Böyle dediğini bilmiyordum. Gezilerini üniversitelere yapmasını öneririm. Verdiğiniz kıta örneklerinde üniversite özerkliği, bireysel hak ve özgürlükler gelişmiş durumda. Bir kere bunlar en baştan yaşanmazdı. Hiçbir şekilde bir üniversitede bir öğrencinin protestosunu aynı gün içinde rektörün polise ihbar ettiğini, cumhurbaşkanının da bu konuda konuştuğunu görmedim, duymadım…
– Biliyorsunuz daha önce de “Bunlar sözde öğrenci, aynen Gezi Parkı olayı neyse onun bir başka versiyonudur” demişti. Boğaziçi’nde rektör arabasının önünü kesen öğrencileri, “saygısız, sevgisiz, kötü niyetli, adeta terörist” olarak niteledi. Bu tür açıklamalar öğrenciler üzerinde nasıl etki yapıyor?
Özellikle son beş yılda akademisyenlere utanç verici hakaretler yapıldı. Eskiden “Hâkim bey”, “Hoca Hanım” denirdi. İtibarlı mesleklerin itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını görüyoruz. İnsanlar çoğunlukla neye itibar edeceklerini hâlâ biliyor da olsalar, muazzam bir hakaret ortamına girildi. Sosyal medyanın da bunda payı var. Adeta hakaretlere aldırmaz olduk. Öğrencilere edilen hakaretlere gelince, açıkçası ben öğrencilerin bu kadar rencide olacaklarını düşünmemiştim. Ocaktan beri şahit oldum, teröristlikle suçlanırken o kadar safça şaşırıp inanamadılar ki… “Hocam bize nasıl terörist denir!” diye infiallerini duyduğum zaman hem sevindim, hem üzüldüm. Sevindim çünkü demek ki yalama olmamış, demek ki hâlâ bu kelimeler can yakıyor, hakaret ifade ediyor, bu iyi bir şey… Bir yandan da üzüldüm, bu kadar saf, temiz, Boğaziçi’ne gelmeyi hak etmiş bir öğrenciye bu kadar hakaretamiz konuşulmasına. Üstelik devletin itibarı açısından seçilen dile, dilin tonuna son derece dikkat etmek gerekir.
– Devletin itibarı dediniz… Kurumlar sallanıyor: Adalet, Emniyet, medya, üniversite…
Kurumsuzlaştırma ülke bazında çok büyük bir sorunumuz. Merkez Bankası’ndan Dışişleri Bakanlığı’na kadar nereyi sayarsanız kurumların geleneklerinin bozulmasını yaşadık. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki direnişin bu kadar özel olması oturmuş, kurumsallaşmış bir üniversite olmasından. Türkiye’nin yeni kurulmuş üniversitelerinde de geleneğini daha az oturtabilmiş üniversitelerde de bir dolu parlak insan var ama henüz kurumsallaşmaya çalışırken bu darbeleri yemeleri direnmelerini ya da direnişlerini devam ettirmelerini önledi. Oysa biz kurumsallaşmış bir üniversiteyiz, yatay çalışma ve yönetişim sistemimizi yıllar içinde içselleştirmişiz, ne yapılacağını biliyoruz. Ve yapmaya devam edeceğiz.
ALGI OPERASYONUNUN DA BİR SINIRI VAR
– Cumhurbaşkanına göre bu kadar genç açıktayken Türkiye dünyanın açık ara en fazla yükseköğretim öğrenci yurdu kapasitesine sahip ülkesi. Siz bu konuda nasıl hikâyelerle karşılaşıyorsunuz?
Pandemi dolayısıyla yurt problemi yaşanacağı ortadaydı. Mesele bu sorunu yönetebilmek, yüzüne, gözüne bulaştırmamak. Geçen yıl çevrimiçi ders verirken saydım; bir derste Türkiye’nin 28 vilayetinden öğrenci katılmıştı. Yüz yüzeye geçmek istiyoruz ama bu birdenbire olacak bir iş değil. Aşamalı yapmak gerekiyor. Sorun, tepeden emirlerle, YÖK’ün anlaşılmaz yönetmelikleriyle çözülmeye çalışıldı. Okusam gülersiniz, bu metin ne diyor dersiniz. Bir yandan da YÖK üniversite senatolarına yetki veriyor… Ama aksi gibi şu anda bizim üniversitemizde senatoyu doğru çalıştırmaktan aciz bir yönetim var. Bu yüzden de öğrenciler çok mağdur oldular. Sayılara gelince, siyasi iktidarda şöyle bir alışkanlık var: Bir itiraz olduğunda itiraz edenlerin sayılarını küçültmek, itiraz edenleri aşağılamak bir marifet zannediliyor. Melih Bulu da bizim üniversiteye geldiğinde “20 kadar hocanın itirazı” diye bir söz söylemişti. Gerçek balçıkla sıvanmıyor. Algı operasyonunun da bir sınırı var. Algı operasyonuyla ne üniversite yönetilir ne ülke… Bu hal, bu zengin topraklarda süremez… Anadolu’ya, topraklarımıza, insanımıza güveniyorum, böyle devam edemez.
BİR İNSAN İSTEMEDİĞİ BİR REKTÖRLE NEDEN ÇALIŞSIN?
– 90’lı yıllarda Naci İnci TÜBİTAK ödülü alıyor, o yıllarda Boğaziçi’nin yükselen değerlerinden biri. Daha en başta Melih Bulu yerine Naci İnci atansaydı, yine de itiraz eder miydiniz?
Boğaziçi Üniversitesi’nde bulunduğum süre boyunca kimsenin yeğeni ne hoca olarak istihdam edildi, ne de talebe olarak üniversiteye girebildi. Liyakat hep esastı. Zaten bugün yaşadığımız krizin maalesef en acıklı sebeplerinden biri de bu. Bir gecede, planlanmadan Hukuk Fakültesi kurma kararı da aynı mesele. 25 yıl önce bir fizikçi olarak alınmış kişi de akademik standartları sayesinde Boğaziçi’ne girmiştir, aldığı ödülleri de hak etmiş olduğuna dair bir şüphem yok.
– Ama?
Genellikle, hocalar kendini işine, araştırmasına vakfeder, herkes birbirini o kadar da tanımaz. Biz kendi bölümümüzde çalışan insanların kime oy verdiğini, evli mi, çocuklu mu olduğunu bile çoğu zaman bilmeyiz. Belki size soğuk gelecek ama biz daha çok eğitimle, araştırmayla ilgili konuları paylaşır, tartışırız, ortak akademik ilkelerimizi belirleriz. Oralarda anlaştıktan sonra gerisine pek bakmayız, karışmayız. Bahsettiğimiz fizikçiyi Ocak 2021’e kadar üniversite pek tanımıyordu. Ama benim açımdan hiç tasvip etmediğim bir hareket yapmıştı.
– Anlatın lütfen…
Ekim 2020’de YÖK tarafından rektörlük için ilan verildiğinde üniversite ile paylaşmadan aday oldu. Melih Bulu gibi dışarıdan aday olan bir insanın bunu üniversite ile paylaşmamasında bir tutarlılık görebilirsiniz ama bizim üniversitemiz içinden, bizim rektörümüz olmaya kalkan bir insanın bunu hiçbir şekilde anlatmaması, tek kelime sarf etmeden YÖK ilanına başvurması benim için affedilir değil. Yine de sorduğunuz soruya şu cevabı vereyim: Ocak ayı başında olsaydı üniversitemiz bugün gösterdiği itirazı göstermeyebilirdi. Fakat atanan rektör, biliyorsunuz Melih Bulu’nun rektör yardımcısıydı. Dokuz aylık bir performansı var. Vekâleten rektör olduğu bir dönem de söz konusu. İlk icraatı, bir ilke imza atarak bir hocamızı işten çıkarmak oldu. Üniversite ocak ayından beri bu kişiyi tanımak zorunda kaldı. Yönetim kapasitesini ve yönetmeye layık olup olmadığını çok net biçimde gördü. İkinci atama prosesi öncesinde, muazzam bir katılım ve yüzde 95 gibi muazzam bir oranla güvensizlik oyu verdi. Aynı zamanda da 17 profesör arkadaşımıza güvenoyu verildi. Bırakın Boğaziçi’nde kimin düzgün rektörlük yapacağını, en iyi değerlendirecek insanlar olmamızı, bir mahalle muhtarı bile mahallelisinin iradesini bu kadar yok saymaz.
– Bir anlamda o makamda oturmak da zor değil mi? Düşünün öğretim üyeleri her gün size sırtını dönüyor, öğrenciler istemiyoruz diye bağırıyor… Kamuoyu isminizi iyi anmıyor, liyakatiniz sorgulanıyor…
Bu kişiyi bu acıklı konuma hocalar ya da öğrenciler getirmedi. Kendi getirdi. Bu konumdan çıkmak için defalarca fırsatı oldu, tersine her aşamada sanki bu konumda kalmak istediğini vurgulayan kararlar aldı.
– Prof. Naci İnci, verdiği söyleşide “Akademisyenlerimiz de yönetim görevlerine gelmek istemiyorlar. Çünkü ciddi bir mahalle baskısı var. Korkuyorlar” dedi.
Kapalı bir oylamada yüzde 95’imiz kendisini istemediğini ifade etti. Bir insan istemediği bir rektörle neden çalışsın?
GİTMEK ZORUNDA KALMAK ACI
– Araştırmalar gençlerin ülkede kalmak istemediklerini söylüyor. Kalmak istemiyorlar mı, gitmek mecburiyetinde mi hissediyorlar? Onlarla konuştuğunuzda hak veriyor musunuz?
Hasanpaşa’daki Gazhane’de İBB’nin yaptığı çok güzel bir buluşma vardı, adı “Herkes İçin Bilim”… Şaheser bir ortamdı, birçok konu işlendi, gençlerin gitme isteğini konuşma fırsatımız da oldu. Bu konuda yapılan araştırmaların doğruluğuna inanıyorum, bu eğilimi ben de görüyorum. Ama sizin geçen gün yaptığınız söyleşide Ayşe Buğra Hoca’nın, geçenlerde 100 yaşına gelmiş Nermin Abadan Hoca’nın söylediklerine kulak vermek lazım. İnsanın doğduğu, yeşerdiği yerlerde yaşaması daha kolay. Gitmek zorunda kalmak acı bir şey. Diyaspora olmak o kadar kolay değil. O yüzden burayı geliştirmek, buranın iyi kalmasını sağlamak için gitmemelerini isterdim ama tek tek konuştuğum zaman “Gitme” diyemem…
SİT KONUMU DEĞİŞTİRMEK GÜVEN VERMİYOR
– Boğaziçi Üniversitesi ve çevresinin 1. derece sit alanı statüsü değiştirildi, bölgeye yapılaşmaya açılabilir deniyor. Aslında tüm olup bitenin nedeni yine inşaat sevdası mı?
Boğaziçi Üniversitesi’ne tepeden inme bir rektör atayıp, onu atadıktan sonra da aynı elden sit konumu değiştirmek hiçbir şekilde güven vermiyor. İmara açmak için yapıldığı duygusunu pekiştiriyor. Boğaziçi’ne yapılanların altında bu mu var bilmiyorum ama bu yapılana itiraz ediyoruz. Dilekçelerimizi veriyoruz, kabul edilmezse dava açacağız. Biliyorsunuz Boğaziçi’nde yapılan bütün hukuksuzluklara hem kurullarımız direniyor hem de davalarımızı açıyoruz. OHAL zamanında geçerli bir KHK ile atama yapılması, gereken ön hazırlık yapılmadan bir gecede iki fakülte kurulması ile ilgili davalarımız var. Türkiye Cumhuriyeti’ni bir hukuk devleti olarak görüyoruz, görmek istiyoruz. Aynı sağlığımızı emanet ettiğimiz doktorlarımızın yeminlerine sadık kalmalarını beklediğimiz gibi, hâkimlerimizin, savcılarımızın adalet adına verdikleri sözü tutmalarını bekliyoruz.
“Ben gençliğe güvendiğim gibi mesleği icabı toplumu korumakla görevli insanlara da güveniyorum. Maalesef bir polis, bir mahkeme başkanı, bir şehir plancısı yapması gereken işin dışına itiliyor. Pek çoğu bundan rahatsız. Birçok zaman sesleri çıkmasa da yapmak zorunda kaldıkları şeyi tasvip etmiyorlar aslında. Baskı altındalar. Dün bir polisimizle bir öğrencimizi yan yana gördüm. İkisi de pırıl pırıl çocuklar. 19-20 yaşındalar… Onları bu şekilde karşı karşıya getirenlerin sorumsuzca davrandığını düşünüyorum.”
MATEMATİK BİLMEYEN, ALGI OPERASYONUNA AÇIK HALE GELİR
– Şu söz size ait: “Matematik düşündürür, hayal kurdurtur, soru sordurtur, mantığınızı çalıştırır. Sağduyu ve hayal gücünün birlikte coştuğu bir evrendir.” Matematikte ne durumdayız?
Matematik Türkiye’de ilerleyen bir yerde. En baskılı dönemlerde bile matematiğin gelişmesi diğer branşlardan daha kolay. Kültür, sosyal bilimler kolay darbe yiyor. Çünkü çalışma konularına karışılıyor. Rusya’da Stalin döneminde aileler iyi okumaya niyetli çocuklarını matematiğe yöneltmişler, çünkü biliyorlar ki orada çok fazla baskı görmeyecekler. Ayrıca matematik fazla masrafı olmayan bir branş. Bir kimya, bir biyoloji, bir tıp gibi büyük bütçelere ihtiyacımız yok. Dolayısıyla eğitime, araştırmaya önem verilmediği dönemler bizi daha az etkiliyor. O yüzden tüm zorluklara rağmen, matematik yine de ilerliyor, gitgide daha iyi matematikçilerimiz var. Ekonomik sorunlara burada girmeyelim.
– Ya matematikçi olmayanların matematiği?
İşte sorun burada… Toplum olarak matematik okuryazarlığımız iyi değil. Bir yandan bilgisayarlar, ceplerimizden düşmeyen telefonlarımızla her şeyi hallettiğimizi zannediyoruz ama temel matematik bilgilerimiz olmadığı için algı operasyonuna çok daha açık hale geliyoruz.
– İlginç bir şey söylediniz…
Herkesin bilmesi gereken matematiği iyi öğrenmediğimiz için grafik okumayı, istatistik yorumlamayı, ortalama hesaplamayı, bütçe yapmayı, biraz ileriyi öngörmeyi başaramıyoruz, dolayısıyla algı operasyonuna açık hale geliyoruz.