Hiç lafı eğip bükmeden söyleyeyim; bu yıl koronavirüs salgını yüzünden birçok sektörde olduğu gibi sinema sektöründe de yaşanan kriz olmasaydı …
Hiç lafı eğip bükmeden söyleyeyim; bu yıl koronavirüs salgını yüzünden birçok sektörde olduğu gibi sinema sektöründe de yaşanan kriz olmasaydı, 39. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda izlediğimiz filmlerin bazıları yarışma dışı olarak gösterilmez miydi? Bu sadece benim değil, gösterimlerde ayak üstü lafladığımız başka bazı sinemaseverlerin de sorduğu bir soru. Üstelik bu durumu iyi niyetli bir çabayla koronavirüs salgınına bağlıyorum (ya da bağlıyoruz) ama Türkiye’de sinemanın vaziyetinin de bu olduğunu düşünmek pekala mümkün. Yani madalyonun öteki tarafı koronavirüse rahmet okutacak denli karanlık.
YAZLIK SİNEMA OLARAK FESTİVAL
Sakıp Sabancı Müzesi’nin muhteşem manzaralı terasında yapılan açık hava gösterimleri sosyal mesafe kuralları uyarınca aralıklı olarak yerleştirilmiş sandalyelerden oluşan bir ‘yazlık sinema’ atmosferinde yapıldı (ki hâlâ da sürüyor, son birkaç gün artık) ve bir hayli de keyifli saatlere sahne oldu. Özellikle sinema yazarları Esin Küçüktepepınar ve Engin Ertan’ın moderatörlüğünde yapılan film sonrası söyleşiler (arada rüzgarın kendini ciddi biçimde hissettirdiği serin akşamlara rağmen) hem izlenen filmlerin etkisinin sürmesi adına hem de gecenin çabucak bitmesini istemeyenlerin o güzel ortamda biraz daha vakit geçirmeleri adına çok lezzetli anlardı. Velhasıl insanın aklına ‘acaba bu festivalin yaz aylarında da yapılan bir ayağı hep olsa mı?’ sorusunu düşüren bir deneyimdi SSM terasındaki geceler.
Ulusal Yarışma’da yer alan filmlerin bir kısmını daha önce başka festivallerde izlemiştik; “Bilmemek”, “Bina”, Ceviz Ağacı”, “Soluk”, “Aşk, Büyü, Vs.” ve “Topal Şükran’ın Maceraları” adlı yapımlar ya Adana’da ya da Antalya’da izleyiciyle buluşmuştu. İstanbul’da Türkiye prömiyeri yapan 5 filmin içinde Ercan Kesal’ın yazıp yönettiği ve başrolünü üstlendiği “Nasipse Adayız” ise ilk gösterimini Rotterdam Film Festivali’nde yapmıştı. Geri kalan 4 film ise (hafızam beni yanıltmıyorsa) SSM terasında ilk kez izleyiciyi ile buluştu.
“Körleşme”de Fatih Al akılda kalıcı bir performans sunuyor.
Diğer festivallerde izlediğimiz filmler üzerine çok şey yazıldı çizildi, o yüzden bu sefer biraz yeni izlediklerimize odaklansak daha iyi olur diye düşünüyorum. Festivalin açılış filmi gibi kabul edilebilecek “Körleşme”, daha önce yine İstanbul Film Festivali’nde gösterilen “Homo Politicus” adlı kısa filmiyle tanıdığımız Hacı Orman’ın ilk uzun metraj kurmaca filmi. Fatih Al’ın üç yaşından beri görme duyusunu yitirmiş Sinan adlı kör bir şairi canlandırdığı filmin senaryosu da yine Hacı Orman’a ait. Sinan bir göz ameliyatı geçirdikten sonra görme yetisini yeniden kazanır ama bir şekilde bunu reddederek kendi alıştığı karanlık dünyanın içinde kalmaya devam eder. Filmde kimi bilimsel açıklamalara bu duruma dair bir çözümleme getiriliyor ama aslında kendi konfor alanının dışına çıkmayı reddeden Sinan’ın neden buna karşı koyduğu tam olarak anlamlandırılamıyor. Bir yandan da küçük bir edebiyatçı çevrenin kısır tartışmalar ve kavgalarla birbirini yediği bir ortamın tasviri var filmde, ki açıkçası bu bölümlerdeki diyaloglar izleyicinin zihninde kıvılcımlar uyandırmaktan yoksun kalıyor. Filmden aklıda kalan pozitif şeylerin başında ise Fatih Al’ın gayretli ve başarılı performası ile onun eşini oynayan Asite Dinçsoy’un oyunculuğu oluyor sadece.
“Şair”in başrolünde Hakan Atalay var.
Bu yılın yenileri arasında diyalog sorunu yaşayan tek film “Körleşme” değil. İkinci gece izlediğimiz “Şair”de de benzer bir problem var. Başrolünü Hakan Atalay’ın üstlendiği ve yine bir edebiyatçının üzerine inşa edilmiş “Şair” yeni romanını yazmakta zorluk çeken bir yazarın hikâyesini anlatıyor. Kaotik şehir ortamından uzakta, sessiz, huzurlu bir sayfiyede satın aldığı eve kapanan Ahmet Dirimlioğlu adındaki bu ünlü yazar bir anda kendini tuhaf karakterlerle çevrilmiş bulacak ve bir noktadan sonra gerçekle olan bağını koparmaya başlayacaktır. Fazla ipucu vermeden anlattığım bu olay örgüsünün içinde ne yazık ki yönetmen Mehmet Emin Yıldırım da yolunu bulamıyor ve yer yer çok yapay diyaloglarla bezeli film anlatmak istediği hikâyenin uzağına düşüyor. Yaratıcılık ekseninde dönenen ama kağıt üzerinden perdeye taşınmakta zorlanan senaryoyu yazar rolündeki Hakan Atalay’ın ustalıklı oyunculuğu da kurtarmıyor ne yazık ki. Üstelik romanını yazarken kullandığı antika daktilo da, evet görsel olarak çok hoş ama teknik olarak sürekli sorunlar çıkaran, şeritlerini bulmakta zorlanacağınız (bulsanız da pahalıya mal olacak) türden antika bir makina. Artık en inatçı yazarların bile çoktan terk ettiği, evlerinin güzel bir köşesinde sergilemeyi tercih ederek bilgisayara geçtiğini düşünürseniz Ahmet beyin hâlâ bu makineyi kullanmasının özel bir sebebi olmalı ve bu da filmde kısaca da olsa yer almalıydı bence.
Onur Berk Arslanoğlu ve Deniz Altan “Plaza”nın başrol oyuncuları.
Anıl Gerberi’nin ilk uzun metrajlı filmi “Plaza” ise aslında çok güzel bir fikirden yola çıkıyor ama bir noktada maalesef yolunu şaşırıp hayal kırıklığı yaratıyor. henüz inşaatı bitmemiş 27 katlı bir bomboş plazaya güvenlik görevlisi olarak atanan, aslen atanamamış bir öğretmen olan genç Emre’nin hikâyesi izleyen herkeste bir heyecan yarttı doğrusu. Yine çok fazla detaya girip açık etmeyelim ama Emre’nin plazaya dair kimi aksiyonlarını kendi özel hayatındaki meselelerle rasyonalize eden sebep-sonuç ilişkisi kanımca filmin çıkış fikrindeki buluşa zarar vermiş. ya da en azından beni tatmin etmedi. Oysa o devasa bomboş beton evrende neler neler yapılmazdı; hikâyenin sınırsız biçimde genişleyeceği ne olanaklar vardı? Bunu kapitalizm eleştirisi çerçevesini kırmadan yapmak da pekala mümkündü üstelik. Burada da yine başrolde gayretli bir performans sunan Onur Berk Arslanoğlu’nun akılda kaldığını ve bu festival özelinde bakarsak ilginç bir şekilde erkek oyuncuların öne çıktığı bir yıl olduğunu söyleyelim. Tabii “Aşk, Büyü Vs.”de selen Uçer ve Ece Dizdar’ın “Topal Şükran”da da Demet Evgar’ın güçlü performanslarının bu dengeyi niteliksel anlamda tersine çevireceği olgusunu da unutmayalım.
Asansörün, Dr. Kemal Güner’in siyasal ağırlığını kaldıramadığı sahne “Nasipse Adayız”ın en çok kahkaha alan anlarındandı.
Ercan Kesal’ın “Nasipse Adayız” adlı filmi şüphesiz festivalin en çok beklenen filmlerindendi. Kendi yazdığı aynı adlı novelladan hareketle yine kendisini yönetmenliğini üstlendiği filmde Ercan Kesal aslında kendi siyaset macerasını anlatıyor. Siyasete girme macerasını aslında dost sohbetlerinde defalarca anlatan ve herkesi gülmekten kırıp geçiren Kesal’ın nicedir çekmeyi planladığı (hatta ‘bunu mutlaka çekmelisin’ cümlesini çok fazla işittiği) film bu yılın öne çıkan filmlerinden biri oldu, kimsenin şaşırmadığı üzere. Artık sinemanın yönetmenlik tarafında da daha çok yer almasını umduğumuz Kesal, sanki biraz bazı şeyleri fazla açık etmemek uğruna (parti içi ilişkiler özellikle) kendi hikâyesini biraz budamış ama sonuçta yine sıkmadan ilerleyen, memleketteki siyasi ilişkilerin pespayeleğini sergileyen, mizah yanı yüksek bir film çıkarmış ortaya. Kendi adıma daha yüksek beklentilerim vardı, bunu gizlemeyeceğim -ne de olsa hem kendi ağzından dinlediklerim hem de kitapta okuduklarım bunu yaratmıştı bende-, ama Abit Güleryüz ağzından takma dişleri çıkarıp da Ercan Kesal’ın (Dr. Kemal Güner) önüne koyunca öyle bir koptum ki, sırf o anların yüzü suyu hürmetine filmin minik günahlarını affettim. Ayrıca iyi ki Kesal siyasetten hızla uzaklaşmış ve sinemaya dümen kırmış; onu, bu anlattığı pespaye dünyanın içinde düşünmek istemeyiz doğrusu.
“Aşk, Büyü, Vs.”de Ece Dizdar ve Selen Uçer başrolleri paylaşıyor.
“Uzak Ülke”yi izlemediğim için üzerinde yorum yapamayacağım ama yine erkek ağırlıklı bir hikâyesi olduğunu biliyorum. Bu yıl sadece bir kadın yönetmenin yer aldığı Ulusal Yarışma seçkisinde hem erkek oyuncu hem de kadın oyuncu dallarında çekişme yaşanacak gibi duruyor. “Nasipse Adayız” hemen her dalda (kadın oyuncu hariç; filmde Nazan Kesal olsun, Selin Yeninci olsun parlak performanslar sunuyor ama rollerini ağırlığı düşük olduğu için kategori dışı kalıyorlar bence) jürinin tartışacağı bir film olacaktır. Seyfi Teoman İlk Film Ödülü’ne aday 6 film arasından “Nasipse Adayız” yine öne çıkarken “Bina” için plase demek yanlış olmaz sanki. “Aşk, Büyü Vs.” erkek oyuncu hariç tüm dallarda iddialı bir film olarak festivalin ödül (hatta ödüller) almaya aday bir diğer filmi. Onur Ünlü imzalı “Topal Şükran’ın maceraları” ise Onur Ünlü sinemasının güçlü örneklerinden biri olarak yine tüm önemli dallarda (orada da erkek oyuncular biraz geri planda kaldıkları için adaylıkları tehlikede) jüriyi zorlayacaktır diye düşünüyorum. Bakalım Mahmut Fazıl Coşkun başkanlığındaki jüri ne tarafa meyledecek? Bu sorunun yanıtını salı gecesi alacağız.